19 Aralık 2008 Cuma

ANTALYA DEVLET TİYATROSU VE BENİM DOKTOR OĞLUM


İsrailli yazar Eli Saghi’nin yazdığı, Hale Kuntay’ın çevirdiği, Ali Meriç’in yönetmenliğini yaptığı ‘Benim Doktor Oğlum’ (Mein Sohn der Doktor), Antalya’da tiyatro izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. Türünün komedi olduğu oyunda Asriel (Erdoğan Aydemir) ve Vera’nın (Senem Şahin) özenle ve fedakarlıkla yetiştirdikleri,Londra’ya doktorasını yapması için gönderilen oğulları Jossi (Orkun Yılmaz) bir hippi olarak geri döner;üstelik buzdolabında ne bulursa yiyen,balkonda güneş banyosu yapan,gürültülü bir şekilde müzik dinleyen,hap kullanan bir kız arkadaşı olan Andora (Pınar Boyar) ile…Bütün ailenizin,özellikle de meraklı komşularınız Piroşka (Kader Gözpınar) ve Zoltan’ın (Şenol Kaderoğlu) oğlunuzu nasıl beklediğini bile bile onu eve nasıl kabul edersiniz?Bütün bunların üstüne evin çalışkan,kendi halinde olan hizmetçisi Ziona’ya (Gözen Müftüoğlu) evin oğlunun tacizleri eklenirse; ne yapardınız?


Antalya’nın gözbebeği devlet tiyatrosu Haşim İşcan Kültür Merkezi’nde.İsterseniz alt bölümde bulunan salona tiyatro izlemek için giriyorsunuz;yok, bugün opera ya da baleye gitmek istiyorum diyorsanız da üst kata çıkıyorsunuz.Fuayeye girerken heyecanlanmamak mümkün değil;sanki orası farklı bir dünya,daha temiz.Bütün yapılanlar bir ‘oyun’dan ibaret olmasına rağmen,daha gerçek.Fuayede şu ana kadar oynanan oyunların oyuncu kadrolarını ve oyun fotoğraflarını görmek mümkün,çok etkileyici.Bir başka etkileyici olan şeyse; annesinin elini tutan küçük bir kız çocuğun ‘anne bak Bay Kolpert,geçen hafta gelmiştik’ demesi.Antalya Devlet Tiyatrosu’nu takip eden,oyunlarını hiç kaçırmayan bir kitle vardır.Oyunları takip ederler,hatta oyun sonrası oyuncular ve izleyiciler sohbet edebilirler,iç içedir hepsi.


Salonun yarıdan fazlası doluydu.Oyun inanılmaz bir hareket halinde devam ettiği için,oyuncuların enerjisi seyirciye de geçmiş durumdaydı. Çünkü onların da keyif alarak oynadıkları çok belirgindi. Alkışlar,kahkahalar hep devam etti.Ben ‘komedi’den çok fazla keyif almadığım için,biraz önyargılıydım.Ama o kadar profesyonelce işlenmişti ki,ben de kaptırdım oyuna kendimi.Gerçekten bir anda her şeyi unutuverdim.Oyunun yönetmeni ve yıllardır sahnede keyifle izlediğim Ali Meriç’in ve ayrıca performanslarından ve kalitelerinden dolayı diğer oyuncuların önünde saygıyla eğiliyorum.


Oyunun en keyif aldığım bölümlerinden biri,yurtdışında sözde eğitim gören oğul Jossi’nin Che Guevara ve Fidel Castro’nun kocaman portrelerini duvara asmasıydı. Çünkü o, savaşa,baskıya,zulme,işkenceye ‘karşı’dır. Komşulardan Piroşka sorar: ‘Kim bunlar?’ , Baba‘cık’ cevap verir: ‘Düşüncelerine saygı duyulan kahramanlarmış! Küba’daki yakın,uzak akrabalarımız.’ Jossi evin hizmetçisi Ziona’ya aşık olur.Ziona şartlarını da ortaya koyar; düşüncelerini ve hareketlerini değiştirmesi koşuluyla birlikte olabileceklerini anlatır. Tabi ki Jossi tamamıyla değişir. Ama o portreler oradan inmez! ‘Çünkü içten gelen,samimi duygularla bu toplum kurtulabilir.’


Üzerinde çok fazla çalışmaya gerek olmayan kostüm, çok renkli ve çok başarılı.Her oyuncu ortalama iki kere kostüm değiştiriyor. Makyaj günlük kullanılan türden,sade.Oyun bizim genelde ‘salon’ diye tabir ettiğimiz yerde geçiyor.Birkaç merdivenle yukarı çıkılıyor ve bizim sadece kapı olarak gördüğümüz evin diğer odalarına ulaşılıyor. Müzik ve ışık uygulamaları ise keyifli.Seyirciyi birden oyunun içine alıyor.Oyunun yönetmeni Ali Meriç’in dile getirdiği gibi gerçekten bu oyunun ‘mesajı var’, ‘toplumsal mesajı’ var.


İyi Seyirler…

ÜNİVERSİTE TİYATROSU KAVRAMI / MUĞLA ÜNİVERSİTESİ TİYATRO TOPLULUĞU / FRIEDRICH DURRENMATT


ÜNİVERSİTE TİYATROSU KAVRAMI


Kavram, bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki genel ve soyut tasarımıdır. Felsefi olarak ise, nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarımdır.Bu tanımla yola çıkıldığında, yapılan eylemi tek bir ad altında toplamak gerektiğini düşünerek üniversite tiyatrosu kavramının varlığından söz edebiliriz. Var olmayan bir şeye isim takılamayacağı için ki, ‘amatör tiyatro’ ya karşı çıkan ve ‘konservatuar okumadan tiyatro yapılamaz’ diyenlerin yanlış düşündüğü kanısındayım. Böyle bir kavram var. Sorun ne? Biz değil miyiz; az okuyoruz, araştırmıyoruz, merak etmiyoruz diyen..Peki, on tane üniversite öğrencisi bir araya gelip; herhangi bir yazarın,her hangi bir oyununu ellerine alıp; oyunu, yazarı, dönemi, tekniği araştırıp,deneyip sahneleme aşamasına geçemezler mi? Bu hakkı onların elinden kim alabilir?Uzman olmanın birikimi daha fazla tabi ki ama bu, küçümsemeyi ya da önemsenmemeyi gerektirmemektedir.


Amatör kelimesi sözlüklerde, bir işi para kazanmak amacıyla değil, oyalanmak, zevk almak için yapan kimse olarak açıklanmıştır. Profesyonel ise bir mesleği kazanç sağlamak için yapan, işin ustası, uzman olarak tanımlanır. Örneğin, 9 Eylül Üniversitesi İktisat Oyuncuları üniversite tiyatrosunu, amatör ruh ve profesyonel mantığın birleştiği amatör altı bir tiyatro olarak nitelendirmektedir. Ne demektir amatör altı? İlk bakışta üniversite tiyatroları amatör topluluklar olarak değerlendirilir ve ilk okumada amatör altı daha basit bir kullanım gibi düşünülür, hatta tiyatroyu ciddiye alan toplulukları da düşününce kişiyi çelişkiye düşürür. Amatör altı çünkü; amatör tiyatroların genel amacı var olan imkanlar dahilinde çıkarabilecekleri en iyi oyunu çıkarmaktır. Amatör tiyatronun başarısının ölçütü de budur. Oysa üniversite tiyatrosuyla uğraşanlar için de geçerli olan bu ölçüt her zaman ön planda olmamaktır. Topluluğun asıl amacı bir oyun çıkarmaktan ziyade, sürekliliği olan, kendini yenileyen bir topluluk olmaktır. En önemlisi konumundan dolayı kadrosunun sürekli yenilenmesi ve bu devamlılığını bilimsel, akademik, kuramsal, deneysel anlamda çalışmalar yaparak, hedeflerini yükselttiği bir çizgide uygulamasıdır. Bir üniversite tiyatrosu deneyimlerini, birikimlerini bir sonraki kuşaklara aktaramıyorsa, bulunan kadroyla paylaşımlarını en yüksek seviyede tutmuyorsa, o topluluğun ömrü çok kısa sürer. Sanılanın aksine, üniversite tiyatrosunu benimseyen arkadaşlar ellerine aldıkları bir oyunu hemen sahneleme düşüncesine sahip değildirler. Acemidirler, hatta yapmaya çalıştıklarını belirtirler ama tiyatroyu oyalanmak, hobi olarak ya da sadece zevk almak için yapmazlar, en azından böyle olması gerekmektedir. Üniversite tiyatrosu mantığını kavrayan birçok topluluk ile gerçekleştirilen şenliklerde oyun sonrası yapılan fuayeler, sadece oyun üzerine yapılan konuşmalarla kalmaz, yaşanılan sorunlar, toplulukların yapıları, işleyişleri üzerine birçok bilgi paylaşımını da kapsar. Fuaye esnasında genelde üzerinde en çok durulan konu ise kurumsallaşmadır. Ve birçok topluluk maalesef bu duruma gereken önemi vermemektedir. Kurumsallaşmak, topluluk içi demokrasiyi sağlamak ve topluluğu sürekli kılmak ve topluluğu organize hale getirmek için vardır. Topluluk profesyonel bir yaklaşımla birimlere ayrılır. Herkesin kendine ait bir sorumluluğu vardır. Alınan sorumlulukların içerisinde topluluğun iç işleyişi, diğer topluluklarla bağlantılar, üniversite idaresiyle yapılan görüşmeler (çünkü hiçbir şey ezbere değildir. Atılan her adım üniversitenin bünyesindedir.), her birime verilen araştırma yazıları (dünya tiyatro tarihi, epik, absürt vs.) bulunmaktadır ve her sezonun gün gün çalışma takvimi vardır. Böyle bir durumda topluluk içerisinde karşılıklı güvenin, özgüvenin sağlanması, devamlılığın oluşması, tiyatronun bir yaşam biçimi haline getirilmesi, üyeleri bir arada tutmak da tecrübeli arkadaşların inisiyatifinde değil sorumluluğundadır.


MUĞLA ÜNİVERSİTESİ TİYATRO TOPLULUĞU


1994 – 1995 Düdüklüde Kıymalı Bamya / Mehmet Baydur
1995 – 1996 Yunus
1996 – 1997 Uzaklar / Ülker Köksal
1997 – 1998 Bağdat Hatun / Güngör Dilmen
1998 – 1999 Maviydi Bisikletim / Dinçer Sümer
1999 – 2000 Savaş Oyunu / Sermet Çağan
1999 – 2000 Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı / Ferhan Şensoy
2000 – 2001 Kördüğüm / Güngör Dilmen
2001 – 2002 Analık Davası / Mehmet Akan
2002 – 2003 Sezuan’ın İyi İnsanı / Bertolt Brecht
2003 – 2004 Sahte Kimlikler / Kerem Kurdoğlu
2004 – 2005 Tanrı / Woody Allen
2004 – 2005 Fayton Soruşturması / Kerem Kurdoğlu
2005 – 2006 Açık Aile / Dario Fo
2005 – 2006 Nemrut / Gülşah Banda
2006 – 2007 Medea / Euripides
2007 – 2008 Fizikçiler / Friedrich Dürrenmatt


1994 yılında kurulan Dr. Melih Elçin’in iki yıl yönetmenliğini yaptığı ve devamında Hakkı Büyükgül’ün koordinatörlüğünü üstlendiği ve şu anda yönetmensiz üretimi hayata geçiren Muğla Üniversitesi Tiyatro Topluluğu birikimleriyle şimdiki noktaya ulaşmıştır.Üniversite tiyatrosunu farklı denemelerle tiyatronun kendini yenilemesine, değiştirmesine ivme kazandıracak en önemli unsur olarak görmekteler. Çünkü onlara göre öncelikli amaç, seyirci toplayacak çalışmalar yapmak değil; tiyatro tekniği ve sanatında öğrendiği ve uygulayabildiği ölçüde yeni açılımlar sağlamaktır; yapılan her çalışma süreci, yapısı ve nedenselliği ile tartışılmalı, paylaşılmalıdır.Topluluk, yaratılan dogmalar ve bireysel amaçlar uğruna değil, insan için çalışmak ve üretmek, yaşamın tanımını, yaşamı sorgulayarak yeniden yapmak, düşünmek ve aktarımı kolaylaştırmak amacıyla çalışmalarına devam etmektedir. Bütüncül bir tiyatro anlayışı içinde deneysel ve öncü çalışmalarla yoluna devam ederek, bireyin belki de hiçbir zaman uğraşma fırsatı bulamayacağı tiyatronun vazgeçilmez öğeleri olan dekor, kostüm, ışık, müzik, makyaj, dramaturgi,reji ile tanışması gerçekleşiyor ve farklı bireyler farklı birimlerde uzmanlaşıyor; topluluk üyelerine mevcut tüketim sistemine inat yaratıcı, düşünen, sorgulayan, araştıran bir kimlik kazandırmaya devam ediyor.


FİZİKÇİLER / FRIEDRICH DURRENMATT


Bu ilkeler ışığında Türkiye’nin birçok noktasında oyunlarını sahneleyen topluluğun hazırda var olan son oyunu Friedrich Dürrenmatt’ın Fizikçiler adlı yapıtıdır. Savaş sonrası Alman edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Dürrenmatt, 5 Ocak 1921’de Bern yakınlarındaki Konolfingen’de doğmuştur.Aralık 1990 tarihinde de Almanya’da ölmüştür. Daha çok tiyatro alanında yapıtlar veren Dürrenmatt, Aristophanes hayranı olduğunu her zaman dile getirmiştir. Yapıtlarında genelde aynı konuları işlemiştir. Dünyadaki düzensizliği, haksızlığı, kaosu, adaletsizliği ele alırken, hayalinde küçük bir vatan, şehir ya da toplum yaratır. Bu nedenle yapılarının çoğu kurmacadır ve dünyanın sorunlarını, bireylerin sorumluluklarını vurgulamaya çalışır. Ancak yapıtlarında okuyucuya – izleyiciye bir çözüm yolu önermez. Komedya türünde eserler vermiştir ve bunu seçmesinin temel amacı; sahne üzerinde olup biten olayları izleyicilerin özdeşleşme yaşamayacakları bir atmosferde verme kaygısıdır.Çünkü "komedya" türü kendi içinde bir uzak açı sağlar.Sahnede olan biten olayları izleyen seyirci,gülmek sureti ile oyun kişilerinin gülünç duruma düşmesini sağlayan olaylardan uzaklaşır. Bu biçim içinde "grotesk "oyunculuk biçimi ile sahne üzerinde seyircinin özdeşlik kuramayacağı bir form oluşturur.Topluluk başkanlığını üstlenen ve aynı zamanda reji grubunda olan Ali Bircan Teke, oyun hakkında şöyle bir açıklama yapmaktadır: ‘ ‘Fizikçiler’ e ilk olarak teknik çalışma aşamasında dramaturgi çalışmalarıyla başladık ve onu takip eden reji çalışmalarıyla koordineli bir şekilde ilerledik. Daha sonra bunları dekor, kostüm, makyaj, ışık ve müzik izledi. Dramaturgi çalışmaları sonucunda varılan yer oyunun grotesk olduğuydu ve buna uygun bir şekilde sahneye koyulacaktı. 19 kişilik oyuncu kadrosuyla sahne üzerindeki çalışmalara geçilmişken bir yandan da dekor, kostüm ve diğer birimlerde çalışan arkadaşlarımızla oyunun çıtası şekilleniyordu artık. Dekor ve kostüm olarak gerçekçi bir çalışmanın aksine birebirlikten de uzaklaşarak ve grotesk bir türe daha uygun simgesel ve deneysel çalışmaları izledik. Örneğin; odaları birer paravanla, panoyla ya da oraya gerçekten oda kurup kapı çakmakla vermektense, şeffaf bir branda ile orda olup biteni aynı zamanda fizikçilerin iç dünyalarını da yansıtmayı daha doğru bulduk. Kostümde Newton’ un gerçekten de yaşadığı dönemde olduğu gibi 19. y.y.’ın sonlarındaki bir kostüm yerine ve Einstein’ın kendi yaşadığı dönemden ziyade onların iç dünyalarını amaçlarını gösterebileceğimiz gerçek dışı kostümler ortaya koyduk. Bunların dışında yer yer yabancılaştırmalar kullandık. Bu bizlerin vermek istediği ve oyunun asıl yüklediği anlamı vermekte seçtiğimiz yollardan bir kaçıydı sadece.Topluluk olarak düşüncemiz günümüzde dahi bilimin başka güçler tarafından özgür kalamamasının ve kapitalist düzenden kurtulamamasının ne kadar acı olduğunu vurgulamaktı ve Fizikçiler bizim beyinlerimizle bunu anlatan en iyi oyunlardan biriydi. Bu yüzden izlenilebilir keyifli ve sorgulatan bir oyun sergilediğimizi düşünüyoruz.’


Oyuncu kadrosunu teknik kadronun oluşturduğu oyunun kadrosu ise şu şekilde;Reji: Ali Bircan Teke, Ömer ŞencanTeknik Reji: H.İbrahim GüveliDramaturgi: Nadir Kocakır Kostüm: Büşra Karakaya, Serap Güneş, Şeyda SancakDekor: Ali Bircan Teke, Hüsamettin Alkan, Kaan Bozdoğan, Ömer Çetinkaya, Onur Karasoy Müzik: Nadir KocakırIşık: Yunus Keser ve üye Ebru Ebu


İyi seyirler…

30 Kasım 2008 Pazar

TEK BAŞINA (ŞATİLA)

''Beyaz saçlarını görmek mümkün değildi. Çünkü kafası yarılmıştı (bir balta ile yarılmışa benziyordu). Beyninin kararmış bir parçası yerde,başının yanında duruyordu. Siyah,pıhtılaşmış bir kan gölünün üzerinde yatıyordu adamın ölü bedeni. Kemeri iliklenmemişti,pantolonunun tek bir düğmesi kapalıydı. Çıplak bacaklarının ve ayaklarının bazı yerleri kara,bazıları koyu mavi,bazıları da mordu; belki de gece ya da gün doğarken hiç beklemediği bir anda öldürülmüştü. Kaçarken mi öldürülmüştü?''


Bu şekilde tanımlamıştı Jean GENET; insanın kanını donduran,kendiyle hatta yaşadığı toplumla yüzleşmesini sağlayacak katliamın sadece küçük bir parçasını. Ortadoğu'da kaldığı süre içerisinde vakit buldukça yazmaya çalışıyordu. Çünkü bu izlenimlerini Fransa'ya dönünce değil; kan gölüne dönmüş, belli bir zamandan sonra kokusuna alışmaya başlayacağınız dar sokaklarda,şişmiş,kurumuş ve üzerlerine konan sinek sürülerinin eşliğinde,üzerlerinden atlamadan yürümenin imkansız olduğu Şatila'da kaleme almayı tercih etmişti; gerçek acıyı,nefreti,korkuyu,ölümü daha net aktarabilecekti.

İsrail Devleti'nin kurulması süreci, 1897'de Theador Herzl'in İsviçre'de 1.Dünya Siyonist Kongresi'ni toplamasıyla başladı.Başta İngiltere olmak üzere batılı devletler,Filistin topraklarında bir İsrail Devleti kurulmasını destekledi.


29 Kasım 1947'de , BM Filistin topraklarının yüzde 56 sının 650 bin kişilik Yahudi nüfusuna, yüzde 44'ünün ise 1.300 kişilik nüfusu bulunan Filistin'e verilmesini ve Kudüs'ü uluslararası statüye alan bir planı onayladı. Ve İsrail Devleti'nin kuruluşu 14 Mayıs 1948'de ilan edildi. Bu bir anlamda Filistin'i haritadan silme çabalarıydı.


Ve Eylül 1982...
Lübnanlı hıristiyan milislerce, o sırada israil işgali altında bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarında katliamlar gerçekleştirildi.Lübnanlı milisler İsrail ordusu tarafından eğitildi ve o sıralar İsrail Savunma Bakanı olan Ariel Sharon tarafından Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ) üyelerini temizlemeleri için kamplara gönderildi. Kıyım boyunca da kamp çıkışları israil askerlerince tutulup, kimsenin kaçmasına izin verilmedi. sonuçta resmi rakamlara göre 3500 sivil öldürüldü. Beyrut'taki mülteci kamplarını gözetlemekle görevli Kahan komisyonunun verdiği raporla Ariel Sharon sadece savunma bakanlığından alındı. Daha sonra Times dergisinde Ariel Sharon'u bu kıyımdan direk sorumlu tutan bir yazı yayınlanınca, Ariel Sharon dergiyi Amerikan mahkemelerine dava etti ve Amerikan mahkemeleri de Ariel Sharon'u haklı bularak davayı onun lehine bitirdi. Ayrıca gazetelerde İsrailliler'in katliamı haber alır almaz Şatila Kampı'na girip, katliamı hemen durdurduğu yazıldı. Peki, İsrailliler kampa girdiklerinde karşılaştıkları katillere ne yaptılar? Katiller nereye gitti?

''Saçları gri olduğuna göre yaşlı olmalıydı. Sırtüstü yatıyordu; molozların,tuğlaların,erimiş demir parçalarının üzerine öylece atılmış gibiydi.Bileklerini birbirine bağlayan, ip ve kumaştan yapılmış, örgü şeklinde garip bağı görünce şaşırdım;sanki çarmıha geriyorlarmış gibi önce kollarını yukarıya kaldırmışlar,sonra bileklerini bağlamışlardı.Siyah ve şiş yüzü gökyüzüne bakıyordu;sineklerden kapkara olmuş ağzındaki dişler beyaz görünüyordu.Elleri açık duruyordu ve on parmağı da kesilmişti, sanıyorum bir bahçe makasıyla...''


Hava bombasının sadece o gün için iki yüz elli kişiyi öldürdüğü gün,Ortodoks Kilisesi'nin mezarlığına kazılan çukura, toplanan cesetler,kopmuş bacaklar,kollar,kemikler bir sandığa doldurulup boşaltılıyor; ve bu her gün yapılıyor.

''Aşk ve ölüm. Bu sözcüklerden birini yazdığınızda, öteki onun yanına çok yakışır. Aşkın ve ölümün müstehcenliğini anlamak için Şatila'ya gitmem gerekiyormuş. Aşk ve ölüm anında bedenlerin saklayacak hiçbir şeyleri yoktur;duruşları,bükülüşleri,hareketleri,işaretleri,sessizlikleri hem bu dünyaya hem de öteki dünyaya aittir.''












28 Kasım 2008 Cuma

FRANZ KAFKA'NIN ''DÖNÜŞÜM''Ü

D.3 Temmuz 1883 Prag,Avusturya-Macaristan / Ö.3 Haziran 1924 Kierling,Viyana)


Çeşitli ailevi ve çevresel faktörlerden dolayı içe dönük büyüdü.Karl Ferdinand Üniversitesi'nin hukuk bölümünden mezun oldu ve daha sonra doktor ünvanı aldı.Alman edebiyatı ve sanat tarihi derslerini takip etti ve Yiddiş Tiyatro çalışmalarında yer aldı,destek verdi.Ölümünden sonra yapıtlarını yayınlayacak olan (Kafka yakmasını istese de) Max Brod ile 1907 yılında tanıştı ve bu sayede Prag edebiyat çevresine girdi.Modern dünya edebiyatına,belki de en çok tartışılan,yorumlara sığmayan ve biçim yönünden edebiyat akımlarına yerleştirilmesi zor olan yapıtlar bıraktı.Vereme yakalandı ve Kierling Sanatoryumu'nda hayata gözlerini yumdu.

Hayatına giren kadınların hiçbiriyle evlenmemiştir.Güncesinde evliliği bir burjuva bağı olarak nitelendirmiş ve edebiyat hayatını sürdürebilmesi için yalnızlığa ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır.Ona göre ne kadar basit ve küçük bir yaşamı olursa o kadar mutlu ve sorunsuz olacaktır.Yaşamı Camus'nün dediği gibi 'her şeyi göstermek ve hiçbirşeyi teyit etmemektir.' sözüyle ilişkilendirir.Çünkü hayatı baştan kaybedilmiş bir savaş olarak görmektedir.Bir insan olarak yaşamak ve doğru yolda ilerlemek hemen hemen olanaksızdır.Bu düşüncesini 'doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan gergin bir ip gibidir.Fakat bu ip üstünde yürümek için değil de insanın ayağının tökezlemesi için vardır ancak' sözüyle de desteklemektedir.
Eserlerinde insanın gizli kalmış korkularını,burjuva yaşamının sahte aile ilişkilerini,bürokrasinin çıldırtan işleyişini aktarır.Ve en belirgin özellik olarak da kişilerin bildik insan tepkileri göstermeleri bakımından psikolojik,karakter belirleyici boyuttan da yoksun oluşlarıdır.Ne iyi,ne kötü;ne ahlaklı,ne de ahlaksızdır onlar.Bu da bizi anlatının klasik karakter boyutundan yoksun kılar.

'Dönüşüm'(Die Verwandlung) Almanca'da bir değişimden çok daha köktenci bir olguyu yani değişikliğe uğramaktan ziyade;geri dönememecesine tamamen bir üst biçime geçmek olarak aktarılmıştır.Çünkü değişim her zaman olmasa bile,eski duruma bir geri dönüşün kapısını aralık tutar, ancak bahsedilen (en azından öyküdeki karşılık olarak) bir metamorfozdur.
Öykü hiyerarşi düşüncesiyle temellenen,bu amaçla sözü edilen düşünceyi önce aile kurumu içerisinde odaklaştıran toplum içerisindeki bireyin tragedyasıdır.Kafka bu öyküde 20. yüzyılın sanayi sonrası batı toplumunun açmazını ve içine düştüğü yalnızlık ve yabancılaşma sürecini çok iyi gözlemlemiş,işlemiştir.Gregor Samsa 'dönüşüm'üne kadar uslu oturduğu sürece benimseyip sevilir.Başkaldırısı bilinçaltında başlar;bu bilinçaltı kendine uygun biçimini yaratır,böceğe dönüşmesi artık başkaldırısıdır.Böceğe dönüştüğü andan başlayarak,toplumun ve ailesinin ona ilişkin ama onu tutsak kılan beklentileri artık sonuçsuzdur.Gregor'un unutması istenen şey,onun gerçek anlamda bağımsız olabildiği zaman parçasıdır.Gregor sürüye dönebilmek için sürüden kurtulmalı ve yeniden uyum sağlayabilmesi için böcek olduğu dönemi unutmalıdır.Ancak o zaman içinde yaşadığı topluma eskisi gibi 'hizmet' edebilecektir.

Hugo,Tolstoy,Balzac ve aynı klasik geleneğe giren sayısız yazar,çoğunlukla her şeyi bilen,geçmişi geleceği tanıyan okuru hayat üzerinde bilgilendirmek için elinden geleni yapan anlatıcılardır.Ahlakıyla,yaşama tarzıyla,maddi manevi bütün ilişkileriyle,katıldıkları-katılmadıkları,düzeltmek istedikleri bir dünya vardır onların.Dünya görüşleri onlara o dünyayı nasıl gösteriyorsa (ya da göstermiyorsa) öyle sunarlar onu.Bu gelenek 'aydınlanma' hareketinin ,bilgilendirici,aydınlatıcı eğitim anlayışıyla ilintilenebilir.
Kafka'yı bu gelenek içinde bir anlatıcı olarak değerlendirmek istersek,onun anlatı tekniğinin,yazarın söyleyecek sözünün kalmamasına bir işaret olduğunu söylemek mümkün.Aydınlatıcı,her şeyi bilen bir yazarın karşısında Kafka,aradan çekilmiş yazara örnektir.Üçüncü tekil kişi,bir anlatıcı görünürde vardır.Gregor Samsa'nın içinde bulunduğu durum hakkında bir yığın ayrıntılı bilgi verir,ama işte bu bilgiler cümlelerin kendileri hakkındaki bilgilere benzerler; kendi dışlarındaki gerçekliğe zor götürür okuru.Nasıl yapar Kafka bunu?Anlatımı kişilerinden,figürlerinden birinin perspektifine teslim ederek...
Öykülerinin çoğunluğu klasik öykülerde alışık olduğumuz huzurlu bir kasaba,bir aile düzeni tanımlamalarıyla değil de düzenin bozulmak üzere olduğu bir aşamayla başlar.Örneğin, Dönüşüm'deki Gregor Samsa,öykünün başında odasında uyandığında,kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulur.

Kafka anlatıları sonsuz bir zamana yayılmış gibidir.Zaman iyice genleşip 'süreç' olma özelliğini yitirmiştir.Yani kişiler, aynı durumda farklı zaman düzlemlerinde yaşadıkları için ortaya hayaletimsi bir dünya çıkmaktadır.Öyle ki, bize farklı gelen bu dünyada Gregor'un böcek kimliğini kimse önemsemediği gibi,buna pek şaşıran da olmaz; asıl kaygıyı işe gidemeyişi oluşturur. Ama Gregor en büyük özgürlüğünü böcek kimliğinde yaşar. Ancak özgürleşmeyi,ailesinin patrona olan borcunu ödeme zorunluluğunun ortada kalkması koşuluna bağlayıp indirger,çok dar anlamda yorumlar.Her özgürleşme duygusu geçici,yanıltıcıdır; mutlak değil,bir önceki durumdan,belli bir durumdan bağımsızlaşmaktır.Dış dünya,yeni bağımlılık alanlarını hazır edip kişiyi bekler.Peki Gregor, bu firmaya borcunu bitirip bağımsızlaştıktan sonra ne yapacaktır?Bu da demek ki,özgürlük tanımının kendi dünyasıyla sınırlı olduğunu gösterir bize. Bu belli bir durumu arkada bırakmaktan ibarettir sadece.Borcun ödenmesi sorunu Gregor'a göre özgürlüğün önünü kesen bir durumdur; süreçleşemeyen özgürlük düşüncesi yerini ister istemez başka bir durumsal kurtuluşa 'böcekleşmeye' bırakıyorsa, metamorfoz radikal bir dönüşüm olarak, Kafkavari bir özgürleşmeden,öteki birbirini izleyecek bağımlılıklara (evliliğe vb.) kapanmaktan başka ne olabilir ki?Yani özgürleşme olmayan bir özgürleşmeden başka?Bu durumda böcekleşmenin hem özgürleşme hem de özgürleşmeden uzaklaşma olduğunu ileri sürebiliriz.Dolayısıyla karşımıza üç tane varoluş biçimi çıkmaktadır:

a) Pazarlamacı, satıcı, ailenin borcunu yüklenmiş,evlenecek imkanlardan henüz yoksun Gregor,
b) Böcekleşmeyle, en azından bu pratik zorunluluklardan ister istemez kurtulmuş olan Böcek-Gregor,
c) Böcek ile insan arasına sıkışmış gibi görünen, ama özgürlüğü gerçek anlamda arayan Gregor.

Gregor'un kimliği üzerine şöyle de bir yorum yapabiliriz; müziksever biri olmamasına rağmen kızkardeşini konservatuara göndermiştir ve öykünün sona doğru yaklaşılan bir bölümünde kardeşinin çaldığı kemandan müthiş duygulanır.Öyleyse, dönüşüm, tamamen yüzeysel insan kimliğini etkilememiş, sadece fiziksel sorunlar yaşatmış bir dönüşümdür.Gregor hala bir insandır;ya da müziğin ortaya çıktığı bu durumda dönüşüm,dönüşüm olmaktan çıkmıştır artık.Gregor öykünün öncesindeki insan kimliğine geri dönmüştür.Dönmüştür, ama Gregor,dönüşümden önce müzikle hangi boyutlarda ilgilenmiştir ki, bu duygusallığı onun insanlaşmasına işarettir?

İşte Kafka diyalektiği ile bizi, dönüşümün nedenleriyle ilgili iz süren bir avcıya dönüştürür.Onun bilincine kilitlenmiş olsak da, ya da bu bilincin dışına taşıp biyografiyi,metaforu vb. yardıma çağırsak da, yakalayabileceğimiz muhtemel nedenleri,Kafka sanki hep hesaba katmış, tam yorumlardan birine değineceğimiz sırada 'bir de şöyle bak bu meseleye dercesine yorumu önümüzden çekip almıştır.


* Derlenen bu çalışmada Veysel ATAYMAN ve Ahmet CEMAL'in metinlerinden yararlanılmıştır.