26 Mart 2009 Perşembe

‘YABAN ÖRDEĞİ’ VE ‘İBSEN’ ÜZERİNE KISA BİR İNCELEME











(H. IBSEN /REJİSÖR: SONER ÇİMEN / ANTALYA DEVLET TİYATROSU)

Tarihsel Koşullar:

İbsen’in 1828 yılında Norveç’te büyük bir varlıkla başlayan yaşamında, babasının hesapsızlığının kurbanı olan işletmenin iflasıyla aile yoksullaşmış ve İbsen daha derinden, daha gerçekçi yaşamaya başlamış; yapıtları da romantik öğelerden soyutlanarak gerçekçi boyuta ulaşmıştır.
Oyunlarının içeriğini kuşkusuz dönemin toplumsal gelişmeleri belirliyordu. Bu açıdan 1848 Fransız devrimlerinin nedenlerinden yola çıkarsak; değişen ekonomik yapıya uymayan toplumsal ve siyasal durumun, bu aradaki dengeyi ve uyumu sağlayabilmek amacıyla harekete geçirdiği bir olaylar zincirinden bahsedebiliriz. Bu döneme kadar romantizm etkisinde bulunan yazın dünyası toplumsal koşullar sebebiyle değişmeye başlar. Çünkü dili sınırlayan neo-klasizme başkaldıran romantizm, aşırı bireyci tutuma çözüm getiremez. Romantizm köyden kente geçişi, bireyin bunalımlarını ve para hırsının gereksizliğini dile getiriyordu fakat bu yetmiyordu. Çünkü kentleşme ve makineleşmenin getirdiği baskı romantizmin en olumlu tutumunda bile gerçekleşemeyecek bir düşten öteye geçmiyordu. İşte ‘gerçekçilik’ de bu dönemlerden sonra ortaya çıkmaya başlar. Konularını doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alan ve yaşamı olduğu gibi yansıtmaya çalışan, aktarımı yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil toplumsal sınıf ve temalar arasından seçen, sahnenin teknik donanımının da gerçek özellikler taşımasına özen gösteren bir akımdır gerçekçilik.

Genel hatlarıyla diyebiliriz ki Ibsen, Endüstri Devrimi’nden sonraki yarım yüzyıl içinde yerini sağlamlaştıran ‘liberalizm’in, insanlara umudun yollarını nasıl açtığını gözlemlemekle kalmadı; aynı zamanda liberalizmin insanları sürüklediği ‘ahlaksal çöküş’ün de izleyicisi oldu. Aynı zamanda İbsen’in tarihsel durumu, hiçbir modern sanatçının yapamayacağı bir biçimde, ‘çağdaş toplumda birbiriyle uzlaşmaz karşıt iki sınıfın’ ikisine de bir şeyler sunmasına izin vermişti.

İbsen Metinlerinin Yapısını Neler Kapsıyor?

İbsen düz yazı tiyatrosunun gelişmesinde, zenginleşmesinde büyük rol oynamıştır.İnsan psikolojisini derinliğine irdelemesi, modern düşüncelerinin oyun kahramanlarınca savunulması, her zaman eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncelere yer vermesi, İbsen’i önemli hale getirir. Eserlerinde ahlak endişesi, vicdan kaygısı gibi günlük yaşayışa ait bütün sorunları işlemiştir. En önemli savunusu ve hemen her eserinde görülen ana tema ise ‘insan düşüncesinin isyanıdır.’

Diğer yandan da, oyunları insanların birbirlerine karşı duyarlılıklarını yitirdiklerinde doğan yıkımı anımsatır. Modernizm koşulları altında yalıtılmışlığın, yalnızlığın ve anlam yitiminin usta işi anlatım arayışlarıdır; ama bir yandan da anlamlı bir özgürlük ve insanların birbirini anladığı bir dünya özlemini de dile getirirler. Ibsen’in dil anlayışı bu nedenle daha çok S.Freud ve Wittgenstein’a yakındır.

Ibsen Tiyatrosu bol sözcüklü, anlatımlı geleneğe, geleneksel entrikalara ve modası geçmiş problemlere bağlı bir burjuvadır; beden tiyatrosu değil, metin tiyatrosudur.
Bu yapı aynı zamanda Avrupa sanatının iki temel birikimi üzerine kuruludur; iyi kurulu oyun ve doğrusal perspektif.
Onun oyunları bu iki temsil biçiminin birlikte örüldüğü bir temsil alanı olarak tarif edilebilir. İyi kurulu oyun tarihsel olarak Fransız Devrimi ile ve onun ürünü olan melodram ile bağlantılıdır ve öyleyse yapısında klasik dram da içkin olarak bulunur. İyi kurulu oyun tekniği Ibsen’in- ve Ibsenci tiyatronun- modernliğine rağmen klasik dramla atmadığı
köprü olarak değerlendirilmelidir. Scribe, Pixerécourt ya da Nodier’den sonra ve bütün olumlamaları ile melodramın mirası olarak görülen bu formu; efektlerin dikkatli inşası ve hazırlığına dayanan bu tekniği Ibsen’in kendi yapıtlarında devam ettirdiğini ve günümüze de modern oyun kurma modeli olarak yansıdığını söyleyebiliriz.
Başka bir yapı olarak da, yukarıda belirtildiği gibi, resim sanatının belirleyici tekniklerinden biri olarak kabul edilen perspektifle, Ibsen tiyatrosunun ilişkisi üzerinde durmak gerekiyor.
Ibsen tiyatrosunda ve onun kurduğu yapıyı izleyen Batı tiyatrosunda olayların dizilimi geçmişe doğru açılarak geliştirilir. Bu da oyunun, bir resim gibi okunduğunda olayları en önde, daha geride ve en geride gibi yerleştirmelerle zihnimizde canlandırabileceğimiz bir resim gibi kurulmasını sağlamaktadır. En önde- resimde bize en yakın yüzeyde- oyunun şimdisi vardır, serimlerle birlikte oyun geriye doğru başka yüzeyler kurar ve tıpkı doğrusal perspektifli resimlerde olduğu gibi geriye doğru dizilim ufuk çizgisinde bir noktada kesişir ve
“kaçış noktası” olarak tarif edilen noktaya yöneltir okurun/izleyicinin bakışını. Kaçış noktası resimdeki görsel perspektifin vazgeçilmezidir. Bu noktada varlık ile yokluk birleşir ve ayrılır. Hem bir başlangıç noktası hem de bitimdir; hem resimde ilk görülecek nokta hem de ulaşılacak son nokta, öyleyse aynı anda hem resmin girişi hem de çıkışıdır. Oyun yazımı sürecinde bize anlatılan bugüne en uzak andır, hikaye bu noktadan itibaren açılmaya,
gelişmeye başlamıştır ama bu an aynı zamanda öykünün geçmişe açılmasının sonuna işaret eder; daha ilerisine geçilemeyen bir son noktadır burası. İzleyici açısından bu an nihayet oyunun gizli anlamının aşikar edildiği, oyunun anlamına vakıf olunan andır. Yani oyunun kaçış noktası, oyunun şimdisine vakıf olunmasını, o şimdiyi mazur ve mantıklı bulunmasını sağlayan, bir tür ilk nedendir. Ibsen tiyatrosunun uzamı da daha önce sözü edilen derinliğe, görsel perspektife katkıda bulunur.

Ibsen, düzgün ve yoğun bir dolantılar zinciri içinde, yüksek sesli duygusal ve düşünsel tonlamalar eşliğinde hızla ‘yıkım’ noktasına doğru ilerleyen üç boyutlu karakterler yaratmıştır. Kahramanları, tarihi ve coğrafyası içinde zaman ve uzamla sınırlanmış bir toplumun ürünleri olarak somut gerçeklikle örtüşmektedir. Böylece tanımlanmış varoluş koşullarında, onları sıradan insanlardan daha yükseklere çıkartacak düşlere kapılmış kişilerdir
bunlar. Ancak, düş kırıklığına uğramaya yazgılıdır bu insanlar; çünkü, içinde varoldukları toplumun içerdiği çelişkileri anlamaları ve bu çelişkileri uzlaştırabilecek çözümlere ulaşmaları için gerekli olan ‘yücelik’ten yoksundurlar. Tam da bu nedenle, ‘yıkım’a doğru giden yönde yaptıkları yolculuk, onları ‘büyük’ kılmaz.
Diğer bir deyişle onun kahramanları, tüm çektikleri acılar nedeniyle hala komik kahramanlardır. Ve onların çileleri artık ‘acıma ve korkunun ruhu arındıran kasılmalarından değil, toplumun kurucusu olan topluluğa, seyirciye yöneltilen sitemler,suçlamalar ve eleştirilerden’ kaynaklanır. Böyle kahramanların çektikleri acılar devasız değildir, çünkü ‘yanlış entelektüel duruşlardan kaynaklanır’ ve ‘entellektüelliğin tedavisi daha iyi düşünmektir.’



Antalya Devlet Tiyatrosu’nda ‘Yaban Ördeği’



Dört perdeden oluşan Yaban Ördeği (1885) oyunu, iki perde olarak ve metin üzerinde kilit noktalara dokunulmadan ve metnin orjinali bozulmadan karşımıza çıkıyor.
Oyunda gerçekliğin yansıtılmasının yanında, doğruyu söyleme yürekliliğini gösteren, göstermeyen ya da doğruyu söylemekten kaçınanların içine düştüğü değişik durumlar ele alınır. Tıpkı ‘doğruluk humması’na yakalanan Gregers Werle (Y.Murat Sarı) gibi. Werle arzularıyla yanıp tutuşur ve gerçekle ilgisi olmayan ideallerini hayata geçirir, hiçbir girişiminin dayanağı yoktur, ‘çabalarının’ sonunda Ekdal ailesi dağılma noktasına gelecek ve Gina(Esen Özman)’nın Hjalmar(Reha Özcan)’dan değil de Gregers’in babası Bay Werle(Oğuz Tunç)’den olduğunu bildiği kızı Hedwig(Aslı Arslan) ‘yaban ördeği’ni değil kendini vuracaktır.
Ekdal ailesi (Hjalmar,Gina,Hedwig) maddi sıkıntı yaşarlar ama mutludurlar. Hjalmar çocukluk arkadaşı Gregers ile verilen bir davette karşılaşır,yılların özlemi ve anlatılacak çok şey vardır. Hjalmar Gregers’in evindeki hizmetçi kız olan Gina ile evlenmiştir ve Hedwig adında bir kızları olmuştur. Ancak Gregers’in babası ile konuşmasıyla bazı gerçekler açığa çıkar. Hedwig Hjalmar’ın değil Bay Gregers’in kızıdır çünkü Gina, Hjalmar ile evlenmeden önce Bay Gregers ile birlikte olmuştur ve Hjalmar’a yalan söylemiştir. Fakat Gina hala çocuğun kimden olduğunu bilemediğini dile getirir. Bu gerçek Gregers’in doğruluğu sayesinde ortaya çıkmıştır ve Hjalmar’ın ‘inandığı yalan yıkılmıştır’. Hjalmar büyük bir sıkıntı içerisindedir.Buna rağmen ‘arınmış,temiz gerçekler üzerine bir hayat’ı savunan Gregers, ‘bağışlamanın yüceliğine erişmek istiyorsan Gina’yla kal’der Hjalmar’a. Bu karmaşanın içerisinde Bayan Sorbie(Gül Tunççekiç) Bay Werle ile evleneceğini duyurur ve her şeyi bildiğini ekler.Ona göre ‘bir kadın istediğine dürüstlüğüyle ulaşmalıdır’.
Werle ailesinin dostlarından Dr. Relling(Mustafa Doğan Ayhan), başlangıçta davranışlarında tutumlu,sağduyulu,kendinden emindir. Fakat daha sonraları Gregers’e benzemeye başlar ve birçok ortak yanlarının olduğu ortaya çıkar. Öyle ki Hjalmar’ı da yapabileceğine inandırdırdığı ‘büyük buluş’ üzerinde destekler.
Bir diğer oyuncumuz ise Hjalmar’ın babası yaşlı Ekdal(Cenap Aydınoğlu)’dır. Gerçeklerden son derece uzak, kendi kurduğu bir dünyada yaşar,gülünçtür. Askerlikten atıldıktan sonra bir daha asla giyemeyeeği üniformayı gizlice giyip ihtiraslarını tatmin eder. Tavan arasında yarattığı "ormanda" "arada bir, ayı olduklarını hayal ettiği tavşan avına" çıkar.
Tüm bu olanları Hedwig duymuştur.Hjalmar öz babası değildir ve Hjalmar’ın ona karşı davranışları değişmiştir,suratını dahi görmek istememektedir. Gregers de Hedwig’in Hjalmar’a kendini tekrar sevdirebilmesi ve babasının daha değerli olduğunu anlaması için Hedwig için her şeyden önemli olan ‘yaban ördeği’ni öldürmesini söyler.Gregers için ‘yaban ördeği’ bu aileye uğursuzluk getirmektedir. Ancak Hedwig, aldığı silahla ördeği değil,kendini vurur.
Ancak oyun bitmemiştir. Ve ne acıdır ki her şey eskisi gibidir,Hedwig’in ölümü hiçbirşeyi değiştirmemiştir. Yani her şey eskisi gibi sürüp gidecektir.

Oyunda mümkün olduğunca içe dönük bir yapılanma tercih edilmiş ve bunun sebebini, Ibsen’in naturalist yöntemi kullanmasına, zaman ve uzam arasında özgürleşme olanağı tanımamasına bağlayabiliriz.

Böylece karakterin geçmişini algılamak için ‘yapay’ olmasına karşın ‘doğal’mış etkisi yaratılıyordu. İlk izlemimde algılayamadığım ve doğallığını yadırgadığım bu durum; rejinin Gina’nın doğallığını istemesi de buradan kaynaklanıyor.

Bu ‘doğal’mış etkisi de, yukarıda belirttiğimiz gibi Scribe’nin ‘iyi kurulmuş oyun’ tekniklerini söz konusu ediyor. Nedir bu teknikler?
- Olay dizisinin seyircinin bildiği ama oyun kişilerinin bilmediği bir giz üzerine kurulu olması,
- Seyircinin ilgisinin oyunun başında çekilmesi,
- Doruk nokta,
- Özü hafifletip biçimi vurgulama.
Örnek olarak da sırların Gregers tarafından açığa çıkmasını verebiliriz.

Bu doğrultuda sırların beklenmedik bir kişi tarafından rastlantıyla açığa vurulmasının yanında, birbirini izleyen ‘dramatik ironi’ ve ‘önemseme öğesi’ gibi teknikler de natüralist tiyatronun araçları olmuştur. Natüralist yaklaşımın sınırlandırdığı sahne olanaklarına bulunan bir çözüm de, aksiyonu en başından değil de ‘kriz noktasına yakın bir yerden’ başlatmaktı.

Ibsen ‘trajik örüntü’ yü yıkımın eşiğine getiriyor ve yıkımdan öncekini dile getiriyor. Oyunda da aynen bu durumu yakalayabiliyoruz. Bu arada, sonucu değil; yıkımın eşiğine getiren nedenleri görüyoruz.

‘Trajik oluşum, Ibsen’e özgü ironik indirgemelerle engellenir.’
Oyunun başında Werle’nin Hjalmar’ı masada on üçüncü kişi olarak reddedip, oyunun sonunda Werle’nin oğlu Gregers’in, sofrada onüçüncü kişi olmaktan yakınması gibi.



Gregers (Murat Sarı);
Yeni, gerçek bir hayatı istiyor,sorguluyor ve bunun için kirli mirasını reddediyor. Bir işçi olarak çalışmak istiyor.
“Doğruluk hummasına” yakalandığından “iyilik yapmak” arzusuyla yanıp tutuşur, gerçek yaşamla ilgisi bulunmayan “ideallerini” hayata geçirir. Gelgelelim herkese hayat dersi veren Gregers güncel hayatta en basit sorunun dahi üstesinden gelemez. Hiçbir girişiminin dayanağı yoktur, “çabalarının” sonucunda Ekdal ailesi dağılma noktasına gelecek, Hedwig kendini vuracaktır.
Gregers’in bir ailenin karşılıklı güven üzerine kurulması düşüncesi yadsınamaz kuşkusuz. Ancak “ideal” olarak nitelendirdiği düşünceleri, sonuçlarını düşünmeden hayata geçirmeye kalkışması İbsen’in alay konusudur. Gregers, kendi doğrularını uygulayarak çevresindeki insanların kurulu düzenini bozup, onları mutsuz eder.
Ve tüm bunların sonucunda da Hjalmar’a ‘Ben sadece sen gerçeği bil ve yalanlar üzerine kurulmuş bir hayat yaşama diye tüm bunları sana söyledim, ama güzel bir ailen var ve onları terk etmen için bir sebep değil bu…’ der.

Gregers bir köpek olmayı hayal eder;
Gregers: Seçme olanağım olsaydı, bir av köpeği.. Ayağına çevik bir av köpeği olmak isterdim, yaban ördekleri çamurlar,yosunlar arasında dişleriyle sımsıkı dibe tutundukları zaman onların ardından suya dalan türden..
Gregers - Sizin yaban ördeği yukarı çıkmış ama teğmenim.
Ekdal - Babanızın çok yaman bir köpeği vardı, o köpek suya dalıp yaban ördeğini yine dışarı, yukarı çıkardı.

Dibe batmış, çamurlar arasında yaşam savaşı veren bir yaban ördeği..Ve bir köpek geliyor, onu kurtarıyor. Bu da Gregers oluyor..Bunun hayalini kuran bir insan, bu düşünce Gregers’in diğer eylemleriyle ne kadar da çok benzeşiyor. İnsanları sadece kendisinin kurtarabileceğine inandırmış bir yapı çıkıyor karşımıza. Dediğimiz gibi Gregers amacına ulaşıyor fakat bu, yerini olumsuz koşullara bırakıyor. Bu durumu şu anki içinde bulunduğumuz toplumla,yaşayışla benzeştirebilir miyiz acaba?

Ayrıca psikolojik çözümlemeler yapan S. Freud (1856-1939)’un 1905 yılında kaleme almış olduğu ‘Sahne Üzerindeki Psikopatik Karakterler’ adlı yapıtından yola çıkılarak Gregers’in oturuşlarında, duruşlarında S.Freud, F. Nietzsche’nin şekilsel davranışlarını ve bize kalan fotoğraflarını görebiliriz. Çünkü o dönemler psikolojik çalkantılar ve arayışlar dönemiydi, Murat Sarı’nın da içselleştirdiği bu durumu; yani psikopatik bir karakteri ve arayışları yansıtması gereğini başarı ile gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.
Uzun yıllar görmediği Hjalmar ile ilk karşılaşması, ona olan özlemi, babasının eski sevgilisinin Gina ve Hedwig’in aslında üvey kardeşi olduğunu çözme süreci, Gregers’i isyana getiren kilit noktalar ve birinin bir şeyler yapması, insanları uyandırması gerektiğini koltuğuna oturup düşünmesi, diğer karakterlerin içinde bulundukları durumu incelemesi Murat Sarı’yı, oyunculuğunun gerçekliğinin yansıması anlamında; bu etkiye önce kendisinin girdiğini daha sonra bunu seyirciye yansıttığını düşünüyorum.

Gina (Esen Özman);
Yerleri silen bir kadın kahraman; sürekli temizlik yapıyor, erkeklere hizmet ediyor ve evi düzene sokmaya çalışıyor. Bu arada zor olan geçmişinin izlerini unutmaya çalışıyor. Hjalmar ile karşılaştırıldığında daha yumuşak çizgilerle betimlendiği görülür.
Aslında Gina da bir kurban, hem de toplumun aile yapısı doğrultusunda kendisine biçilen rolü oynamak zorunda, hepimizde olabildiği gibi..
Kendini bir yalana inandırıyor, Dr Relling’in dediği gibi; Werle ile olan geçmişini bir kenara atma çabası içerisinde ama eşine ve yuvasına sadık bir kadın. Ve bir yalana inanarak mutlu olduğunu sanıyor ve her an gözünün önünde olan bir yalanla yani Hedwig ile yaşama tutunmak zorunda.Bir gün geliyor ve ‘kendini inandırdığı yalan’ elinden alınıyor; mutluluğunu yitiriyor.
Öyle bir kölelik hakim olmuş ki Gina’da, Hedwig öldükten sonra Hjalmar’ın tanrıya isyanına bile, ‘başkaldırma, belki yanımızda alıkoymak istemedi’ der.
Kocasına, Gregers’e ve Hedwig’e karşı o kadar iyi oynamak zorundaydı ki Gina, kurulu düzeni bozulmamalıydı ve hiçbirşey olmamış gibi davranmalıydı, denge unsuru olmalıydı. Doğrusu Esen Özman, gözlerini o kadar iyi yönlendiriyordu ki ve o kadar iyi gözlemliyordu ki çevresindeki aleyhine gelişmeleri, bir sonraki sahneyi görebiliyorduk. Özellikle ‘yıkım’ öncesi ve ‘yıkım’ anı net bir biçimde seyirciye geçiyordu.
Her şey açığa çıkıp, Hjalmar eve geç geldiği noktada Hedwig ağlıyor,üzülüyor ve kendini suçluyor.Annesi Gina’da kızını yatıştırmaya çalışıyor ve bir anda Gina’nın karşısına tüm oyunu bozan Gregers çıkıyor. Gina’nın tüm nefretini,çaresizliğini Gregers’e bakışlarından net bir biçimde görebiliyoruz.
Ayrıca diğer karakterlerde olduğu gibi Gina’da da içsel aksiyonun doruk noktada olduğunu tarif edebiliriz.


Hjalmar (Reha Özcan);
Hjalmar - Amacımı gerçekleştireceğimi söyledim. Gün gelecek ben...
Bu yüzden odayı kiraya verdiğimiz iyi oldu, çünkü böylece daha bağımsız bir duruma geldim. Yaşamında bir amacı olan adam bağımsız olmalı. Zavallı, ak saçlı, yaşlı babacığım benim. Şu Hjalmar'ının haline bak. Geniş omuzları var, güçlü omuzları...

Der, fakat; içinden çıkamadığı (belki de bildiği fakat bilmemezlikten geldiği) durumdan psikolojik olarak zayıf kalmıştır, körleşmiştir, doğru ve gerçek kavramları zayıflamıştır, kendisini kandırdığı halde güçsüzlükten ne yaptığını bilmez durumdadır. Boş zamanlarında (tüm gün gibi) fülüt çalmakta ya da sudan sebeplerden evde nedenler yaratıp ilgi görmek istemektedir, kendisine acınmasını ister. Ailesinden başka gerçek yaşamı yoktur.
Entelektüel, azimli biri gibi görünmeye çalışır, fakat öylesine biridir.
Gina’nın kendisinden önce Bay Werle ile birliktelik yaşadığını ve Hedwig’in de onun kızı olduğunu öğrendiği andan itibaren gitmek ister Hjalmar. Ama ne var ki onu tutan bir şeyler vardır, bir türlü ayrılamaz evden,bahaneler uydurur; bu tam anlamıyla bir alışkanlıktır. Gerçeği artık bilir,fakat belki de kendini bir yalana inandırmaya devam eder. Çünkü o da biliyor ki, inandığı yalan elinden alınırsa mutsuz olacaktır, oynamaya devam eder; gerçeği öğrendiği zaman bile kararlı olmaya çalışır Hjalmar fakat başaramaz.
Oyundaki karakterlerin en gülüncü diyebiliriz Hjalmar için, karikatürize bir yapıdaydı.
İlk perdede karısı Gina ve kızı bildiği Hedwig’e karşı tutumu, sevgi dolu bakışları ve ikinci perdede gerçeği öğrendiği andaki haykırışları,evi bir türlü terk edemeyişini, İbsen’in de üzerinde durduğu ironik bir yapı olarak karşımıza çıkarmış Reha Özcan. Kendini yalana inandırmış bir karakter gerçekle nasıl yüzleşir?
Oyunculuğundaki başarı çizgisinden ödün vermeyen Reha Özcan’ın Hjalmar’ı çok iyi algılayıp yansıttığını düşünüyorum.

Dr. Relling (Mustafa Doğan Ayhan);
Mustafa Doğan Ayhan karşımızda entellektüel,herşeyi doğallığı içinde değerlendiren, vurdumduymaz bir duruş sergiliyor ve bunu gerçek bir doktor edasıyla yapıyor.
Konservatif bir yapıya sahip, onun için her şey böyle olmalıdır ve olacaktır.
‘İblisçe idealleriyle biz acınası insanların kapılarından içeri dalan ukala dümbelekleri, rahat bıraksalar hayat yine de çok güzel olabilirdi.’ diyerek de isyanını dile getirir.
‘İdeal’ kelimesinin karşılığının ‘yalan’ olduğunu düşünür.
İnsanları yaşama bağlamak içinse ‘şeytan’lık yapmanın önemini vurgular. Ona göre şeytanlık belki de, mutlu olmak için atılmış bir adım, bir kandırmacadır.
Ve her şeyi şu cümleyle özetler: ‘Bir insanın inandığı yalanı elinden çekip alın, o insanın mutluluğunu yok edersiniz.’
Ayrıca ‘Ama çevrenizde uçuştuklarını gördüğünüzü sandığınız o harika sinekler sizi kötü bir biçimde yanıltıyor.’ cümlesi de Dr. Relling’i algılamamızda da bize yardımcı olur diye düşünüyorum.
Ekdal ailesinin gerçekleri öğrenmemesi için elinden geleni yapar, o ailenin öyle mutlu olduğunu savunur; fakat Gregers’i durduramaz.

Hedwig (Aslı Arslan):
Eğer ölmeseydi belki de, annesinin benzeri olacaktı ilerideki yaşamında, çünkü o da annesi gibi bir ailenin kurbanıdır.
Sahnedeki fotoğraf makinesinin neyi ifade ettiği, neden dekor beyaz iken sadece fotoğraf makinesinin kırmızı-siyah kaplama olduğu ve Hedwig’in izleyicilerin fotoğrafını çekmesi ne anlama gelebilir acaba?
Bu bir medya eleştirisi olabilir mi? Ya da medya eleştirisinden yola çıkarsak dolaylı yollardan, dışarıdaki yaşamın fotoğraflanması, karşımızdaki kişilerin gerçek ya da sahte duruşlarının ortaya çıkmasında bize yardımcı olabilir mi?
Çevresinde yaşanan olaylar, Hjalmar’ın onu inkar edişi Hedwig’i çok üzer; o daha on dört yaşında bir genç kızdır. Gregers’in Hedwig’e ‘yaban ördeği’ni vurması gerektiğini artık buna bir son verilmesi gerektiğini ve böylece her şeye yeni bir başlangıç yapılabileceğini aktarması üzerine Hedwig, elindeki silahla ‘yaban ördeği’ni değil kendini vurur.Buna rağmen Molvik’e göre Hedwig ölmemiştir, uyuyordur. Ne büyük bir kandırmaca değil mi?
Kendini vurmadan önce, sahnenin mutfak olarak kullanılan bölümünde tüm konuşulan gerçekleri duyar. Ve o anda elleriyle kulaklarını kapatır; bu bir isyandır, içsel bir fırtına. Ve Hedwig’in kaderini belirleyen tek noktadır. İsyan ve beraberinde gelen yıkım ancak bu kadar iyi ve sadece beden kullanılarak anlatılabilir. Ayrıca bu görsel durumda Norveçli ressam Edward Munch’un tablolarından izler görmek de mümkündür.

Yaşlı Ekdal (Cenap Aydınoğlu):
İçler acısı bir durumdadır; evinde tavuk, kuş,tavşan vb. hayvanlar besler. Hatta onları tabanca ile vurup yer.
Oğlu Hjalmar ve Ekdal’ın sahnedeki dönüşleri, tavırları hemen hemen aynıdır. Bunu da babadan oğla geçen psiko-sosyal hastalıklar olarak değerlendirmek mümkündür.
Bay Werle’nin ofisindeki yazı işlerine bakar, geçimini bu şekilde kazanır; sürekli bir şeylerle uğraşır; belki de uğraştığını sanır.
Geçmişte Bay Werle ve işletmedeki sorunlar sebebiyle hapse girer ve askerlik rütbesi alınır. Ve onun için yeni bir düzen başlar.
O da mutlu, umursamaz görünmeye çalışır. Fakat karşıdan bakıldığı zaman kendini kandırdığı ortadadır.

Bayan Soerby (Gül Tunççekiç):
Diğer oyuncuların karakterlerle uyuştuğu gibi Gül Tunççekiç kendi adına, kendine güvenen, ne istediğini bilen, hoş, alımlı bir kadın imajına ulaşmıştır diyebiliriz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ona göre, ‘bir kadın istediğine dürüstlüğü ile ulaşmalıdır’ diye düşünür ve bu noktada Gina’ya birtakım göndermeler yapar. Çünkü Gina gerçeği gizlemiştir, o bunu yapmamaktadır; Bay Werle ile evlenmeye karar verdikleri an tüm geçmişini anlatmıştır ona. Dolayısıyla yalan üzerine kurulu bir yaşamları da olmayacaktır.


Bay Werle (Oğuz Tunç):
Büyük bir işletmenin sahibidir ve Oğuz Tunç’un, güçlü görünmeye çalışan ama yorgun,geçmişi silmeye çalışan Bay Werle’yi,asil görünen bu adamı çok iyi yansıttığını düşünüyorum.
Gina’nın geçmişte birliktelik yaşadığı kişi; Hedwig ve Gregers’in babasıdır.
Yıllar öncesinde, Yaşlı Ekdal’in teğmen olduğu zamanlarda orman arazilerini birlikte satın alırlar:

Gregers - Ormanlık arazileri birlikte satın almıştınız.
Werle - Ama yüzey ölçümlerini Ekdal yaptı, arazi haritasını o çıkardı. Çıkardığı harita düzmeceydi, yasa dışı yollardan kamu topraklarının üstündeki ağaçları o kestirdi. Yukardaki işletmeden o sorumluydu. Teğmen Ekdal'in çevirdiği işlerden benim haberim yoktu.
Gregers - Teğmen Ekdal ne yaptığını hiç bilmiyordu herhalde.
Werle - Olabilir. Ama o hüküm giydi, ben aklandım.
Gregers - Biliyorum. Kanıt yetersizliğinden ötürü.
Werle - Aklanma aklanmadır.

Tüm bu olanlara rağmen Ekdallere fazlasıyla yardım ettiğini dile getirir. Hjalmar’a bir fotoğraf stüdyosu açmıştır, her ay sürekli para gönderdiğine göre büyük ihtimal Hedwig’in kendi kızı olduğunu biliyordu.
Gregers’in her şeyi açıklayacağını söylemesine rağmen yapacak bir şeyi kalmaz.
Bayan Soerby ile nişanlanır.

Dekor tavandaki yaban ördeği yuvaları, arka fonda denizin derinliklerini ifade eden maviden oluşuyordu ve sahne üzeri önceden de belirttiğimiz gibi fotoğraf makinesi hariç beyazdı. Halbuki sahnede sadece beyaz kullanmak zaman zaman risklidir. Bu ışığın doğru kullanımını gerektirir, öyle olmuş olmalı ki beyaz görüntü rahatsızlık bir kenara inanılmaz bir hafiflik yaratıyordu. Hjalmar ve Gregers’in ilk görüştüğü sahne ve özellikle Gregers’in koltuğuna oturup düşüncelere daldığı sahneler, Gregers ve Dr. Relling’in Hedwig öldükten sonra yaptığı konuşma sahnesinde lokal aydınlatma kullanılmış.


Ayrıca oyun davetin gerçekleştiği Bay Werle’nin evinde başlıyor daha sonra oyunun sonuna kadar devam eden Hjalmar’ın evinde son buluyordu; iki mekan üzerinden çalışıldığını düşünebiliriz.
Oyunda kostüm bizi, o dönemin giyim şekillerine götürüyor ve o dönemin kostümlerinin ayrıntılı incelendiğini gösteriyor.

Sonuç

İbsen Maurice, Maeterlinck ve Gerhart Hauptmann’ın simgeci dramını ve diğer sanat türlerindeki benzer deneyimleri sapıkçasına zor bulur. Sanatın işi, bir şeyleri bulanıklaştırmak değildir; tersine ‘akıl yürütme biçiminde kaldığı zaman anlaşılmaz ve erişilmez olabilecek şeyi anlaşılır ve erişilir kılmaktır.’

İzlediğimiz bu oyunda yapı, aksiyonun içselleştirilmesi, modern dekor ve hatta tema-manevi insanın materyalist toplum tarafından boğulması- gözle görülür bir biçimde yansıtılmıştır.

İbsen, büyük bir öncü; trajikomediyi tragedyadan çok daha derin ve acımasız bir gösteri olarak sağlam bir şekilde kuran dramatik şair..




‘Ibsen’den Beckett’e: Yıkım Öncesi Ve Sonrası’ – Prof. Dr.Ayşegül Yüksel
‘Ibsen Ve Çehov Tiyatrosunda Komik Ve Trajik’ – Türkan Olcay’
‘Ibsen’den Beckett’e Belleğin Temsili’ – Yard. Doç. Dr. Beliz Güçbilmez
‘Yaban Ördeği’ – Henrik Ibsen – Çeviri: Faruk Ersöz
‘Beckett’ten Önce İbsen’ – Jon Nygaard – Çeviri: Yard. Doç.Dr Beliz Güçbilmez
‘Tiyatro Teorileri’ – Marvin Carlson – Çeviri: Eren Buğlalılar, Barış Yıldırım

Sevgili Soner Çimen’e teşekkürlerimle….

8 Mart 2009 Pazar

ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE TİYATROSU – KEMER BELEDİYE TİYATROSU ORTAK YAPIMI : KÖŞE KAPMACA


(Yazan: Hidayet Sayın , Yönetmen: Abdullah Sürekli )



Hidayet Sayın (1929-Aydın)

1965-1966 tiyatro sezonunda Kent Oyuncuları tarafından sahneye konulan ‘Pembe Kadın’ oyunu, Atıf Yılmaz tarafından da sinemaya uyarlanmıştır (1966).Eserleri: Topuzlu (1963), Pembe Kadın (1965), Kördüğüm (1965), Küçük Devler (1967), Topuzlu / Uzak Dünyalar (1971), Yabancılar (1975), Köşe Kapmaca (1975), Uzun Bir Hecedir Aşk…

Tiyatro ilgisi öğrencilik yıllarında başlayan Hidayet Sayın; daha çok köy sorunları, toplumsal değişim, gelenekle yanlış modernleşme arasındaki uyuşmazlık, eğitimsizlik gibi konuları yalın bir dille kaleme almıştır.

Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Abdullah Sürekli’ye göre oyun : ‘ Halkımızın saf ve temiz duygularından faydalananların çıkar çatışmalarını komik bir dille anlatan bir köy oyunu. Hala günümüzde de geçerli olan ve hemen her yerde karşımıza çıkabilen bu insanlar ve bunlardan medet umanları anlatırken toplumumuza ayna tutuyor.’

Oyun, Lokman (Selim Türkışık – Kemer Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni) ve Iraz (Ebru Z. Sırkıntı) arasında yaşanan bir ‘köşe kapmaca’yı anlatıyor. Lokman, dini bahane ederek insanları kandıran, dini kitapların yol gösterici olduğunu savunan, otlardan yaptığı ilaçlarla insanların medet umduğu ancak bunun karşılığında maddi anlamda sömüren bir yapıya sahiptir. Iraz’ın köyde tek ebe olmasına sinirlenip, muhtarı (Cengiz Kaya) da kandırıp köye ebe getirtir. Iraz da Lokman ile büyük bir yarış içerisindedir çünkü Lokman’ın insanları nasıl kandırdığını görmektedir. O da hazırladığı otlarla insanların dertlerine çare bulmaktadır ama karşılığında hiçbir şey talep etmemektedir. Iraz da köye doktor getirtir.
Derken bir gün, köyün en güzel kızı Dürdane’nin (Güneş Akın) kocası bir hastalığa yakalanır ve ölür. Iraz Dürdane’yi oğlu Veli’ye (Dinçer F.Genç) almak ister. Veli ise hastalık derecesinde saftır. Sadece Veli değil; köyde Onbaşı diye hitap edilen külhanbeyi görünümlü Sami (Abdullah Sürekli) ve belki de 80 yaşını bulmuş Lokman da Dürdane’ye taliptir.
Dürdane’nin babası Omar da (Faruk Çelik) saftır, Lokman’a inanır (Çünkü Omar fakirdir, Lokman’n vaatlerine kanar) ve kızını verme sözü verir. Üstelik Lokman, yardımcısı Hafize’ye de Dürdane’yi ona getirirse yüklüce bir para vereceğini söyler. Ancak Iraz bir oyun oynar ve Lokman’ın kötü bir insan olduğu ortaya çıkar.
Sonunda ne mi olur?
Dürdane ölen kocasının kardeşi Nuri (Seyfi Satmaz) ile kaçar. Çünkü Nuri iyidir, temizdir,koruyucudur.

Doç. Dr. Nurhan Tekerek’in ‘Batı Tiyatrosuyla Geleneksel Tiyatromuzu Birleştirme Çabalarından İki Örnek: Eşeğin Gölgesi, Şahları da Vururlar’ tezinde şöyle denmektedir: ‘Geleneksel Türk Tiyatrosuyla Açık Biçim – Göstermeci Tiyatro’nun ortak özelliklerinden yola çıkılarak oluşturulan çağdaş oyunlarda, toplumun ekonomik – politik – sosyal panoraması sergilenirken, yönetenler ve yönetilenler bağlamında sistemin aksayan yönleri, toplumsal yergi yoluyla eleştirilir. Bu eleştiri de, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun çağdaş tiyatroyla da buluşan; Soyutlama, Gevşek Doku – Parçalı Yapı, Tiyatrosallık, Oyunsuluk, Tip Boyutunda Kişileştirme, İron – Grotesk – Fantezinin kullanımıyla sağlanan anlatım zenginliği, Hareket ve Dil Güldürüsü, Müzik ve Dans, en aza indirgenmiş dekor; zaman ve uzamda sıçramalar ve tüm bunlara eşlik eden Eğlence Atmosferi gibi özelliklerden yararlanılarak yapılır.’

Gerçekten de oyunda toplumun sosyal panoraması; tam bir köy yaşantısı sözkonusudur, para ve güç savaşı vardır.
Yöneten ve yönetilenler bağlamında sistemin aksayan yönleri; Lokman’ın muhtarı kandırarak,karşılında korunacağını vaat ederek köye ebe getirtmesi gibi.
Hareket ve Dil Güldürüsü; oyunun belli bir tempoda devam etmesi, hareket anlamında aksayan yönlerinin olmaması ve önemli bir araç olarak dilin kullanılması gibi.
İroni kullanımı; toplumumuzun şu anki yapısıyla ilişkilendirilerek aksamalar, dinin bir araç olarak kullanılması vb. ironik bir dille anlatılmıştır.

Ve tüm bunlar köy insanının trajedisi içerisinde, güldürü unsurları kullanılarak yapılmış.
Oyunda en çok takdir ettiğim nokta aslında olması gereken fakat pek uygulanmayan,güldürü unsurunun seyirciyi daha da güldürme amaçlı kullanılmayıp ya da olayı şov boyutuna getirmeden, olması gerektiği gibi uygulanmasıydı.

Ayrıca oyun 4 farklı mekandan oluşuyordu; sahnenin sağına yerleştirilmiş Lokman’ın evi, solda Iraz’ın evi, günlük işlerini gerçekleştirdikleri (bulgur dövmek gibi) mekan; sahne ortası ve sokak, arka geri bölüm..

Son olarak şunu söylemeliyim ki; özellikle Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu’nun açtığı kurslarda eğitim verdiği oyuncuları ve konservatuar mezunu fakat, bir çalışma içerisinde olamayan insanları da kadroya alması gerektiğini düşünüyorum. Böylelikle her sene hemen hemen aynı oyunlar sahnelenmeyecek, birçok kuramsal çalışmalar içerisine girilecek ve zihinleri zorlayan oyunlar sahnelenecektir. Şu anki kadroyu tenzih ederek söylüyorum, çünkü biliyorum ki bu işler biraz karmaşık…


İyi Seyirler….


1 Mart 2009 Pazar

Antalya Devlet Tiyatrosu / Bay Kolpert / David Gieselmann

David Gieselmann (1972 / Almanya)

1972 yılında Köln’de doğan David Gieselmann, 1994-1998 yılları arasında Berlin Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda Dramatik Yazarlık öğrenimi gördü ve ilk oyunları “Ernst in Bern” ile “Die Globen”i burada sahneledi.
1999 yılında Yeni Alman Oyun Yazarları Haftası” için Londra’daki Royal Court Theatre’a davet edildi. Aynı tiyatroda 2000 yılında “Bay Kolpert” oyunun dünya prömiyeri yapıldı.
“Bay Kolpert” aynı yıl Almanya’da ilk kez Berlin’de Schaubühne’de Marius von Mayenburg tarafından sahnelendi.
“Bay Kolpert” bu sahnelemenin ardından yalnızca Almanya’nın birçok şehrinde sahnelenmekle kalmadı, aralarında İskandinavya, İtalya, Yunanistan, Fransa, Polonya, Avustralya ve ABD’nin de bulunduğu birçok ülkede sahnelendi.
1999 yılında Deutschland Radio Berlin’de yayınlanan “Blauzeugen”adlı radyo oyunu, “ayın radyo oyunu” olarak seçti. Aynı oyun Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nin düzenlediği Radyo Oyunları Haftası”nda dinleyici ödülünü kazandı.
“Der Android” adlı radyo oyunu 2001 WDR radyosunda yayınlandı.
“Bay Kolpert” 2000 yılında Almanya’nın önemli oyun yazarlığı ödüllerinden biri olan Heidelberg Ödüllerine aday gösterildi.Ve Türkiye’de ise ilk kez Antalya Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi.

Ralf (Sedat Savtak) ve Sarah (Zeynep Hasdal Çolakoğlu) iki sevgilidir ve aynı evde yaşamaktadırlar. Sarah’ın iş arkadaşı olan Edith (Bahar Işık) ve mimar eşi Bastian Mole (Selim Bayraktar) Ralf ve Sarah’a yemeğe davetlidir. Amaç ‘eğlenmektir’. Misafirleri gelmeden önce Sarah, odanın ortasında bulunan sandığı kilitler. Edith ve Bastian’a sandıkta ceset olduğunu söyleyip, onları kafaya alacaklardır. Ve planlarını uygularlar, öldürdükleri kişinin Sarah ve Edith’in çalıştığı yerde idari işler sorumlusu olan ‘Bay Kolpert’ olduğunu ve onu tel ile boğduklarını anlatırlar. Bastian sandıktan gelen tıkırtılar üzerine Bay Kolpert’in hala yaşadığına inanır ve Sarah ile Ralf’in sandığın içinin boş olduğunu söylemelerine rağmen ellerini bağlar, sandığın anahtarını Ralf’in cebinden alır. Ancak sandık boştur.

Tüm bunlara rağmen Sarah ve Ralf oyunu devam ettirirler ve Bay Kolpert’i gerçekten öldürdüklerini söylemeye devam ederler. Ancak Edith ‘Bay Kolpert’ ismini bir daha duymak istemediğini söyler ve ‘kim kimdir’ oyununu oynamaya başlarlar. Herkesin alnına üzerinde isim yazılı bir kağıt yapıştırılır. Herkes kendi alnındaki kağıtta yazan ismi tahmin etmelidir ve oynamaya başlarlar. Edith’in alnındaki kağıtta ‘Bay Kolpert’ yazılıdır. Oyunun bitimine yaklaşıldığında Edith bunu tahmin eder ve çok sinirlenir. Çünkü bir daha o isimden bahsedilmemesi gerektiğini belirttiğini yineler. Eğer ‘Bay Kolpert’ yanlarında olsaydı zevkle hayalarına tekme atacağını, sıcak ütüyü karnına basacağını, on beş litre mazotu kaynatıp kafasına boca edeceğini, silahla kulak zarını patlatacağını büyük bir hiddetle anlatırken, odadaki dolabı bir anda açar ve içinde kana bulanmış ‘Bay Kolpert’i görür. Zil çalar ve Pizzacı (Gökhan Sevimli), bir öncekinde yanlış getirdiği pizzaların istenilenlerini getirmiştir. Bu arada da Bastian, Bay Kolpert’in dolaptaki parçalanmış halini görünce odanın (sahnenin) tam geri, orta bölümüne yerleştirilmiş, duvara monte edilmiş büyük Mona Lisa tablosu açılır (tabloyu açan görevlinin el ve ayaklarını da görmek ilginçti) ve burada bulunan banyo küvetine kusar. Kolpert’in cesedinin ortadan kaldırılması için Edith, Bastian’dan yardım ister fakat Bastian bunu kabul etmez. Bunun üzerine Ralf, Bastian’ı arkasından yakalar, bir bez parçasını burnuna ve ağzına dayayarak bayıltır. Sonra da silahla ateş ederek tamamen öldürür. Bastian’ın karısı Edith’in bunun üzerine kurduğu ilk cümle; ‘özgürlüğüme kavuştum’ olur. Pizzacı tüm bu olanları görünce gitmek ister ama o da bu işin içindedir artık. Edith bir bıçak alır ve pizzacıyı delik deşik eder. Ve en ilginç olanı da üçünün de kendilerini ‘korkunç normal’ hissetmeleridir.

Oyun, eğlenme meraklısı günümüz insanı hakkında yazılan bir kara komedi.
Hitchock’un ‘Bir Cesede Kokteyl’, ‘İp’ filminden başlayıp, Tarantino’nun “Pulp Fiction”ına uzanan, ‘Ucuz Roman’dan, ‘Katil Doğanlar’a kadar geniş bir yelpazeye yayılan eğlence geleneğinden beslenen bir oyun. Yazar metni o kadar ustalıkla oluşturmuş ki, diyaloglardaki sürprizlere karşı iyi hesaplanmış durumlar ortaya koyuyor. Karşımızda konformizmin uyuşturduğu günümüz toplumunun ‘insanlığını hissetmek için’ şiddete başvurmasını ve insanlıktan çıkmasını komedinin renkli diliyle görüyoruz. Düşünsenize Ralf ve Sarah canları sıkıldığı için cinayet işliyorlar ve Edith de buna büyük bir keyifle alet oluyor, çünkü onun da canı sıkılıyor; oyuna katılanlar yaşıyor, katılmayanlar ölüyor.

Oyunda en çok dikkat çeken noktalardan biri de, ‘kaos’ kavramı üzerinde durulması. Kaos, fiziksel gerçeklik parçalarının bir bütün olarak eğilimini açıklamaya yarayan bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Oyunda Ralf, kaos araştırmacısıdır. Ve kaos araştırmacısı ne araştırır sorusuna ise şöyle cevap verir:

'Kaos araştırmacısı kaosu araştırır. Her ne kadar bu artık bilgi gibi gelse de, aslında bu totoloji, bir tanımlamada ihtiyaç duyulan her şeyi içinde barındırıyor. Görüyor musunuz, gerçekten öyle. Aslında kaos araştırmacısı düzeni araştırır. Çünkü aslında temel düşünce, her şeyin arkasında bir düzenin var olduğudur, ya da her şeyin bir düzene doğru gittiği. Bir gün başka araştırmacılar çıktılar ve dediler ki: ya her şeyin arkasında kaos gizliyse ya daher şey kaosa doğru gidiyorsa? Örneğin filtre kahveye süt döktüğünüzde, sütteki kabarcıkların aşağı yukarı kıvrılarak fincanın içinde dağıldığını görmez misiniz? İşte kaos araştırmacısı böyle bir kaotik olayı araştırır. Bundaki paradoks ise kaos araştırması aslında her şeyin temelinde bir düzen olmadığı hipotezinden yola çıkar, ama kaos araştırmasında, gözlenen kaosu düzenleme fikri yatar'.

Ve bu kahve olayı kayda değer bir kaotik olaydır.

‘Bilimsel açıdan,bu olay hiç bir şekilde sağlaması yapılmış bir formülle formüle edilemez, çünkü sonsuz sayıda koordinatlara bağlıdır. a çarpı x bölü y eşittir zx üstü ay demek mümkün değildir. Bununla da temelde üç boyutlu uzamda, sizin dediğiniz gibi sütü, dediğiniz gibi bir norm fincanda kahvenin içine dağıtırsanız: Kahvenin miktarı, karıştırma açısı, karıştırma hızı, kahvenin ısısı, sütün ısısı, sütün yapısı, karıştırma vektörünün genişliği, dış ısı, kahve ve sütün ağırlığı ve miktarı, karıştıranın karıştırma şiddeti vs, vs, vs.’

Ralf, Mona Lisa tablosunu diferansiyal hesaplarla bilgisayarda parçalamaktadır. Bilindiği gibi Mona Lisa, bazı iddialar ortaya atılmış olsa bile hala sırrı çözülememiş bir portredir.Ve der ki Ralf:


‘Belirli hesaplamalarla dijital nokta sayısıyla oluşturulan düzeni kaosa götürebilirsiniz, böylelikle Mona Lisa’nın netliği gittikçe bozulacaktır. Burada ilginç olan nokta, bunu sürdürdüğünüzde, bir yerden sonra bütün kaostan tekrar Mona Lisa formu ortaya çıkar.’

Kaos Teorisinin temel noktaları ise şöyledir ve oyunda çok fazla üzerinde durulmaktadır;
- Düzen düzensizliği yaratır.
- Düzenin anlayamadığımız hali(kaos) varsa ki -illa ki olmalıdır- bundan dolayı düzensiz diyemeyiz. Yani düzenin dışına çıkmak imkânsızdır.
- Düzensizliğin içinde de bir düzen vardır.
- Düzen düzensizlikten doğar.
- Yeni düzende uzlaşma ve bağlılık değişimin ardından çok kısa süreli olarak kendini gösterir.
- Ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir.

Yönetmenliğini Hakan Çimenser’in yaptığı oyunun dekor ve kostüm tasarımı Işın Mumcu’ya, ışık ise Şükrü Kırımoğlu’na ait.
Eğer bu oyun çok dikkatli izlenirse inanılmaz keyif alınır. Çünkü hem bedensel anlamda çok hareketli ve aksiyon dolu, hem de fikirsel anlamda çok yoğun. Sanki izlerken biz ‘kaos’ yaşıyoruz. Duygu geçişleri çok fazla ve de bu çok başarılı bir şekilde söz konusu oyuncularla işlenmiş.Bu aksiyonun yanında, korku dolu anlar da olmuyor değil ve bunu başarılı bir müzik destekliyor. Tam sakinleştik, diyaloglara gülüyoruz derken, bi anda tekrar geriliyoruz.
Oyunun metnini oyunu izledikten sonra okudum. Eğer oyunu izlemeden önce okumuş olsaydım, oyundan çıktıktan sonraki kadar tatmin olmazdım sanırım.Çünkü bu kadar hoş bir oyun çıkabileceğini tahmin edemezdim; evet, yazar gerçekten başarılı yazmış ama tekstin birazcık yavan kaldığını düşünebilirdim ama yönetmen mükemmel bir şekilde metni ve oyunculukları iç içe geçirmiş. Yani demek istediğim, bu oyunla gerçekten profesyonel bir yönetmenin başa çıkabileceğidir.Birkaç değişikliğin haricinde metinle oynanılmamış, sadık kalınmış.Ve ortaya sorgulanması gereken birçok şey bırakmış.

İyi seyirler…

12 Şubat 2009 Perşembe

SU GÖSTERİ SANATLARI SAHNESİ / SAKINCALI PİYADE (UĞUR MUMCU)

‘EVET,EVET NE OLURSA OLSUN, BEN PATNOS DAĞLARI’NDA HALK ÇOCUKLARIYLA ER OLARAK ASKERLİK YAPMAYI, EMEKLİ OLDUKTAN SONRA SİYASAL İKTİDARIN UZATTIĞI YÖNETİM KURULLARINDA ONBİNLERCE LİRA PARA ALAN ORGENERAL OLMAYA DEGİŞMEM.’

Su Gösteri Sanatları Sahnesi tarafından 61. temsili Antalyalı tiyatro severlerle buluşan ve şuana kadar yaklaşık 30.000 seyirciye (Ankara Sanat Tiyatrosu’nun 700 performansını saymazsak) ulaşan Sakıncalı Piyade (Uğur Mumcu) büyük bir ilgiyle izlendi; biletlerin hepsi dört gün önceden tükendi, hatta Mart ayında tekrar Antalyalı izleyicilerle buluşacak.

Topluluğun genel sanat yönetmenliğini Orhan Aydın, oyunun yönetmeliğini Mehmet Ulay (Aynı zamanda ‘Sakıncalı’ rolü) üstlenmiş. Oyuncu Kadrosunu ise; Orhan Aydın, Recep Yener, Mustafa Kıramtepe, Tamer Özceviz, Deniz Atam, Cansu Fırıncı, Şenol Şahin, Beran Soysal, Okan Sıldır ve Oğuz Tunç oluşturmakta..Müzik Timur Selçuk’a, dans düzeni Gizem Erden’e, dekor – kostüm tasarımı M.Ziya Ülkenciler’e, ışık Yüksel Aymaz’a ve film tasarımı ise Önder Önsal’a ait.

Oyun genel anlamda bakıldığı zaman birçok mekanda geçiyor. Fakat en çok göze çarpan noktalar ise sahnenin sağında gerçekleştirilen mahkeme sahneleri, orta alanda cezaevi (ve avlusu), parmaklıklar ve sahnenin sağında da Uğur Mumcu’nun masası. Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade kitabındaki metinlerden Rutkay Aziz ve Uğur Mumcu tarafından oyunlaştırılan oyun, kitaptaki gibi bölüm bölüm sahneleniyor. Ve her bölüm öncesinde Mehmet Ulay, bir sonraki bölümü anlatıyor ve bu da oyunlaştırılmış olarak bize geri dönüyor.
Sahnedeki tüm oyuncularda tek tip kostüm hakimdi; aslında hepsi ‘o yeşillerle’, askerdi. Sadece karakterin ya da sahnenin gerektirdiği noktalarda ceket, cübbe vb. ve aksesuarlarla destekleniyordu. Aynı şekilde dekor da oyuncular tarafından değişime uğruyordu; bu öyle bir ustalıkla yapılıyordu ki, seyirciyi rahatsız etmiyordu. Çünkü amaç, direk görsel anlamda bir şeyleri göstermek değil; anlatarak ve oynayarak aktarabilmekti. Dolayısıyla bu da oyuncuda büyük bir rahatlık yaratıyordu. Çünkü bu tarz oyunlarda esas olan ‘belgesel oyun’ kıvamını yakalamaktır.

Uğur Mumcu bu oyunda 12 Mart 1971 dönemlerindeki yaşananları mizahi bir duyguyla, ustalıkla ele almış.
Peki neler öğrendik oyunda ya da hangi bilgilerimiz tazelendi?

-Uğur Mumcu’nun askerliğe başvurmasına rağmen ‘asker kaçağı’ ilan edilmesini,
-Askerlerin başkanlık ettiği sıkıyönetim mahkemelerinde hukuk profesörlerinin albaylar tarafından adaletsizce yargılanmasını,
-‘Kötü hal ve düşünce sahibi’ nin ne demek olduğunu,
-Sakıncalı profesörleri,
-Sakıncasız profesörleri,
-Onbaşılaşmış albayları,
-En çok işgal, boykot vb. olaylarının İlahiyat Fakültelerinde yaşandığını,
-141. maddeyi,
-142. maddeyi,
-159. maddeyi,
-Amerika’nın sosyalist olduğunu !
-12 Mart Muhtırası’nın yayınlandığı dönemde Mumcu’nun, bir yazısında kullandığı ‘ordu uyanık olmalı’ sözüyle ‘orduya hakaret etmek’ ve ‘sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak’ suçunu işlediği iddiasıyla 7 yıl hapse mahkum olmasını,
-Uğur Mumcu ‘Büyüklere Masallar’ yazısında Mustafa Kemal Paşa’nın bir öyküsünü anlattıktan sonra Kars türküsünün dizelerini kapsayan cümlesini aktarır: ‘Askerinle bin yaşa Mustafa Kemal Paşa, salla bayrağı düşman üstüne; soldan sağa,sağdan sola’ demektedir.
Savcı : ‘Komünist düzenin getirilmesinde, bayrağın soldan sağa düşmanın üstüne sallanacağı belirtilmektedir’
Mumcu: ‘Komünist düzen nasıl getirilir, getirilirken bayraklar soldan sağa mı sallanır,sağdan sola mı? Eğer türküyü olduğu gibi aktarsaydım, yazı içinde sol sözcüğü iki kez kullanıldığı için cezam artmayacak mıydı? ’
Karar : Mahkumiyet
Yani bir türküde önce sol kelimesinin değil, sağ kelimesinin kullanılması gerektiğini öğrenmiş olduk; ve daha neler neler…

Bunlar gibi daha birçoğuna şahit olmak istiyorsanız, kitabı mutlaka okumanızı ve de oyunu mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

Oyun ODTÜ eylemlerinin, 6. Filo yürüyüşünün görüntüleri ve Deniz, Yusuf, Mahir, Hüseyin, Taylan, Erdal, Uğur kahramanların fotoğraflarıyla son bulmuştur.
Ve bizleri de bir kez daha isyana boğmuştur…

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan 12 Mart muhtırası şu maddelerden oluştu:

1- Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2- Türk milleti’nin ve sinesinden çıkan silahlı kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır .Bilgilerinize.


Sonra ne mi oldu?
Hüseyin Cevahir öldürülmüştür ,
16 Temmuz’da Deniz Gezmiş ve arkadaşları ,
16 Ağustos’ta Mahir Çayan ve arkadaşlarının yargılanmasına başlanmıştır.
Ve 10 Ocak 1972’de askeri yargıtay tarafında Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş’in idam kararı onaylanmıştır…

Uğur Mumcu 1993’te suikasta uğramış, öldürülmüştür…

Sanki ülkeyi sosyal, ekonomik huzursuzluklar içerisine sokan, Atatürk’ün hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşma ümidini yok edenler onlarmış gibi…




8 Ocak 2009 Perşembe

YABAN ÖRDEĞİ (H.İBSEN) - Antalya Devlet Tiyatrosu

Şu zamana kadar, İbsen oyunları izleme fırsatım olmamıştı.Gerçekten çok heyecanlıydım; nasıl bir şey çıkmıştı acaba ortaya? Bahsedilen ‘çağdaş tiyatro’ anlayışıyla, İbsen’i karşımda görebilecek miydim?Ya da o dönemde dünyanın içinde bulunduğu ruhsal çalkantıları hissedebilecek miydim? Fakat gerçeği söylemem gerekirse,hiç şüphem yoktu desem yeridir…

Oyundan da önce benim için önemli olan şey; yazardır. Yazarı tanımadan yorum yapılamayacağı kanısındayım. Çünkü yazar yaşadığı döneme ışık tutar, kendi iç dünyasının yanında, yaşadığı toplumun sorunsallarını da ele alır.Ve böylelikle geçmişe yolculuk başlar.

1828 yılında Norveç’te büyük bir varlıkla başlayan yaşamında, babasının hesapsızlığının kurbanı olan işletmenin iflasıyla yoksullaşmış ve daha derinden, daha gerçekçi yaşamaya başlamış; yapıtları da romantik öğelerden soyutlanarak gerçekçi boyuta ulaşmıştır.
Oyunlarının içeriğini kuşkusuz dönemin toplumsal gelişmeleri belirliyordu. Bu açıdan 1848 Fransız devrimlerinin nedenlerinden yola çıkarsak; değişen ekonomik yapıya uymayan toplumsal ve siyasal durumun, bu aradaki dengeyi ve uyumu sağlayabilmek amacıyla harekete geçirdiği bir olaylar zincirinden bahsedebiliriz. Bu döneme kadar romatizm etkisinde bulunan yazın dünyası toplumsal koşullar sebebiyle değişmeye başlar. Çünkü dili sınırlayan neo-klasizme başkaldıran romantizm, aşırı bireyci tutuma çözüm getiremez. Romantizm köyden kente geçişi, bireyin bunalımlarını ve para hırsının gereksizliğini dile getiriyordu fakat bu yetmiyordu. Çünkü kentleşme ve makineleşmenin getirdiği baskı romantizmin en olumlu tutumunda bile gerçekleşemeyecek bir düşten öteye geçmiyordu. İşte ‘gerçekçilik’ de bu dönemlerden sonra ortaya çıkmaya başlar. Konularını doğrudan doğruya yaşamın kendisinden alan ve yaşamı olduğu gibi yansıtmaya çalışan, aktarımı yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil toplumsal sınıf ve temalar arasından seçen, sahnenin teknik donanımının da gerçek özellikler taşımasına özen gösteren bir akımdır gerçekçilik.

Yaban Ördeği (1885) oyununda gerçekliğin yansıtılmasının yanında, doğruyu söyleme yürekliliğini gösteren, göstermeyen ya da doğruyu söylemekten kaçınanların içine düştüğü değişik durumlar ele alınır. Tıpkı ‘doğruluk humması’na yakalanan Gregers Werle (Y.Murat Sarı) gibi. Werle arzularıyla yanıp tutuşur ve gerçekle ilgisi olmayan ideallerini hayata geçirir, hiçbir girişiminin dayanağı yoktur, ‘çabalarının’ sonunda Ekdal ailesi dağılma noktasına gelecek ve Gina(Esen Özman)’nın Hjalmar(Reha Özcan)’dan değil de Gregers’in babası Bay Werle(Mustafa Doğan Ayhan)’den olduğunu bildiği kızı Hedwig(Aslı Arslan) ‘yaban ördeği’ni değil kendini vuracaktır.
Oyunda Gregers, sanki bir ruhu andırıyordu. Varolan bir insan fakat düşleriyle insanları yönlendiren,yol gösteren iyi niyetli bir kötü ruhtu.
Ekdal ailesi (Hjalmar,Gina,Hedwig) maddi sıkıntı yaşarlar ama mutludurlar. Hjalmar çocukluk arkadaşı Gregers ile verilen bir davette karşılaşır,yılların özlemi ve anlatılacak çok şey vardır. Hjalmar Gregers’in evindeki hizmetçi kız olan Gina ile evlenmiştir ve Hedwig adında bir kızları olmuştur. Ancak Gregers’in babası ile konuşmasıyla bazı gerçekler açığa çıkar. Hedwig Hjalmar’ın değil Bay Gregers’in kızıdır çünkü Gina Hjalmar ile evlenmeden evvel Bay Gregers ile birlikte olmuştur ve Hjalmar’a yalan söylemiştir. Fakat Gina hala çocuğun kimden olduğunu bilemediğini dile getirir. Bu gerçek Gregers’in doğruluğu sayesinde ortaya çıkmıştır ve Hjalmar’ın ‘inandığı yalan yıkılmıştır’. Hjalmar büyük bir sıkıntı içerisindedir.Buna rağmen ‘arınmış,temiz gerçekler üzerine bir hayat’ı savunan Gregers, ‘bağışlamanın yüceliğine erişmek istiyorsan Gina’yla kal’der Hjalmar’a. Bu karmaşanın içerisinde Bayan Sorbie(Gül Tunççekiç) Bay Werle ile evleneceğini duyurur ve her şeyi bildiğini ekler.Ona göre ‘bir kadın istediğine dürüstlüğüyle ulaşmalıdır’.
Werle ailesinin dostlarından Dr. Relling(Oğuz Tunç), başlangıçta davranışlarında tutumlu,sağduyulu,kendinden emindir. Fakat daha sonraları Gregers’e benzemeye başlar ve birçok ortak yanlarının olduğu ortaya çıkar. Öyle ki Hjalmar’ı da yapabileceğine inandırdırdığı ‘büyük buluş’ üzerinde destekler.
Bir diğer oyuncumuz ise Hjalmar’ın babası yaşlı Ekdal(Cenap Aydınoğlu)’dır. Gerçeklerden son derece uzak, kendi kurduğu bir dünyada yaşar,gülünçtür. Askerlikten atıldıktan sonra bir daha asla giyemeyeeği üniformayı gizlice giyip ihtiraslarını tatmin eder. Tavan arasında yarattığı "ormanda" "arada bir, ayı olduklarını hayal ettiği tavşan avına" çıkar.
Tüm bu olanları Hedwig duymuştur.Hjalmar öz babası değildir ve Hjalmar’ın ona karşı davranışları değişmiştir,suratını dahi görmek istememektedir. Gregers de Hedwig’in Hjalmar’a kendini tekrar sevdirebilmesi için, Hedwig için her şeyden önemli olan ‘yaban ördeği’ni öldürmesini söyler.Gregers için ‘yaban ördeği’ bu aileye uğursuzluk getirmektedir. Ancak Hedwig, aldığı silahla ördeği değil,kendini vurur.
Ancak oyun bitmemiştir. Ve ne acıdır ki her şey eskisi gibidir,Hedwig’in ölümü hiçbirşeyi değiştirmemiştir. Yani her şey eskisi gibi sürüp gidecektir.

Oyunda Hedwig dışında diğer karakterler gülünçtü. Hjalmar sanki karikatürize edilmişti; entelektüel ve azimli biri gibi görünmeye çalışıyordu fakat tam tersiydi.
Gina da gülünçtü; yabancı kelimeleri yanlış telaffuz ediyordu. Sürekli ev işleri yapıyor ve bunlar hakkında konuşuyordu. Ancak Hjalmar’a göre daha yumuşak bir çizgideydi. Dikkatimi çeken şey ise bütün bu olanlara rağmen, yani ‘suçlu’ kişinin kendisi olmasına rağmen Gina’nın davranışlarının hiç değişmemesi ve iniş çıkışlarının olmamasıdır.

Hjalmar’ın fotoğraf makinesi ve mutfak eşyaları dışında her şey bembeyazdı ve inanılmaz bir dinginlik veriyordu izleyiciye. Özellikle oyunun başlarındaki o durağan sohbetler ve ‘beyaz’ dekor sanki oyunun hiç bitmeyeeği izlenimini veriyordu. Oyunu izlerken gerçekten o dönemin insanlarını kostümlerini, mekanlarını görebiliyorduk.

Karakterlerin sohbetleri sırasında üzerinde en çok durulan konu ise; ‘yaşamın amacı’ydı. Bunun irdelenmeye çalışılması benim çok hoşuma gitti. ‘Yaşamın amacı nedir?’ sorusunu hem kendilerine soruyorlar, hem de dolayısıyla izleyici kendisine soruyordu.

Şunu da belirtmek gerekir ki; İbsen, önce ‘aile dramı’ olarak adlandırdığı bu oyunun daha sonra bir ‘trajikomedi’ olduğunu ileri sürmüş, bu yönde sahnelenmesinde ısrar etmiştir; nitekim benim izlediğim oyun da tam bir trajikomediydi.

İbsen düz yazı tiyatrosunun gelişmesinde, zenginleşmesinde büyük rol oynamıştır.İnsan psikolojisini derinliğine irdelemesi, modern düşüncelerinin oyun kahramanlarınca savunulması, her zaman eşitlikçi ve özgürlükçü düşüncelere yer vermesi, İbsen’i önemli hale getirir. Eserlerinde ahlak endişesi, vicdan kaygısı gibi günlük yaşayışa ait bütün sorunları işlemiştir. En önemli savunusu ve hemen her eserinde görülen ana tema ise ‘insan düşüncesinin isyanıdır.’

Bunu yazıp yazmamakta çok düşündüm ama dayanamayacağım sanırım…Oyun iki perdeydi ve yaklaşık iki buçuk saat sürdü. Yukarıda anlattığım, oyunun küçük bir özetinden de anlaşılacağı üzere oyun ‘bizim’ dizilerimizi andırıyor; tabi tiyatro tarihini ve yazınını bilmeyene.Tabi ki bu kanıya, bu süre zarfında dikkatimi dağıtmalarına borçlu olduğum izleyiciler sayesinde vardım. Oyunu sanki bir dizi izler edasıyla, şaşkınlıklarını sesli bir şekilde dile getirerek; ‘ay inanmıyorum’ , ‘ bak sen şuna’ veya yanındakini uyararak ‘bak ayşe ben demiştim,bu çocuk ondan değil diye’ diyerek beni ve diğer, oyuna konsantre olmuş insanları rahatsız ettiler.Onların bu reaksiyonları acaba gerçekten oyunun içine girdikleri için miydi? Bilemiyorum! Bence oyun izlemenin de bir adabı olmalıdır, hayatı sahnede görerek diğer hayattan kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşmalıdır insan ve saygı göstermelidir.
Önümde oturan ‘çıtır kızlar’ sürekli sohbet ettiler. İsmini vermek istemiyorum ama yaklaşık iki hafta önce oyunlarını izlediğim ve haklı eleştirilerimi sunduğum zaman kabullenmeyen bir topluluğun üyesiydi onlar. Ve oyunun ikinci perdesinde salonu terk edip Antalya sokaklarında yürümeye başladılar…Yorumu size bırakıyorum…

Biz de ‘İbsen’ ve ‘Yaban Ördeği’ izlemenin tadına vardık, ayakta alkışladık…

İyi seyirler…

19 Aralık 2008 Cuma

ANTALYA DEVLET TİYATROSU VE BENİM DOKTOR OĞLUM


İsrailli yazar Eli Saghi’nin yazdığı, Hale Kuntay’ın çevirdiği, Ali Meriç’in yönetmenliğini yaptığı ‘Benim Doktor Oğlum’ (Mein Sohn der Doktor), Antalya’da tiyatro izleyicisiyle buluşmaya devam ediyor. Türünün komedi olduğu oyunda Asriel (Erdoğan Aydemir) ve Vera’nın (Senem Şahin) özenle ve fedakarlıkla yetiştirdikleri,Londra’ya doktorasını yapması için gönderilen oğulları Jossi (Orkun Yılmaz) bir hippi olarak geri döner;üstelik buzdolabında ne bulursa yiyen,balkonda güneş banyosu yapan,gürültülü bir şekilde müzik dinleyen,hap kullanan bir kız arkadaşı olan Andora (Pınar Boyar) ile…Bütün ailenizin,özellikle de meraklı komşularınız Piroşka (Kader Gözpınar) ve Zoltan’ın (Şenol Kaderoğlu) oğlunuzu nasıl beklediğini bile bile onu eve nasıl kabul edersiniz?Bütün bunların üstüne evin çalışkan,kendi halinde olan hizmetçisi Ziona’ya (Gözen Müftüoğlu) evin oğlunun tacizleri eklenirse; ne yapardınız?


Antalya’nın gözbebeği devlet tiyatrosu Haşim İşcan Kültür Merkezi’nde.İsterseniz alt bölümde bulunan salona tiyatro izlemek için giriyorsunuz;yok, bugün opera ya da baleye gitmek istiyorum diyorsanız da üst kata çıkıyorsunuz.Fuayeye girerken heyecanlanmamak mümkün değil;sanki orası farklı bir dünya,daha temiz.Bütün yapılanlar bir ‘oyun’dan ibaret olmasına rağmen,daha gerçek.Fuayede şu ana kadar oynanan oyunların oyuncu kadrolarını ve oyun fotoğraflarını görmek mümkün,çok etkileyici.Bir başka etkileyici olan şeyse; annesinin elini tutan küçük bir kız çocuğun ‘anne bak Bay Kolpert,geçen hafta gelmiştik’ demesi.Antalya Devlet Tiyatrosu’nu takip eden,oyunlarını hiç kaçırmayan bir kitle vardır.Oyunları takip ederler,hatta oyun sonrası oyuncular ve izleyiciler sohbet edebilirler,iç içedir hepsi.


Salonun yarıdan fazlası doluydu.Oyun inanılmaz bir hareket halinde devam ettiği için,oyuncuların enerjisi seyirciye de geçmiş durumdaydı. Çünkü onların da keyif alarak oynadıkları çok belirgindi. Alkışlar,kahkahalar hep devam etti.Ben ‘komedi’den çok fazla keyif almadığım için,biraz önyargılıydım.Ama o kadar profesyonelce işlenmişti ki,ben de kaptırdım oyuna kendimi.Gerçekten bir anda her şeyi unutuverdim.Oyunun yönetmeni ve yıllardır sahnede keyifle izlediğim Ali Meriç’in ve ayrıca performanslarından ve kalitelerinden dolayı diğer oyuncuların önünde saygıyla eğiliyorum.


Oyunun en keyif aldığım bölümlerinden biri,yurtdışında sözde eğitim gören oğul Jossi’nin Che Guevara ve Fidel Castro’nun kocaman portrelerini duvara asmasıydı. Çünkü o, savaşa,baskıya,zulme,işkenceye ‘karşı’dır. Komşulardan Piroşka sorar: ‘Kim bunlar?’ , Baba‘cık’ cevap verir: ‘Düşüncelerine saygı duyulan kahramanlarmış! Küba’daki yakın,uzak akrabalarımız.’ Jossi evin hizmetçisi Ziona’ya aşık olur.Ziona şartlarını da ortaya koyar; düşüncelerini ve hareketlerini değiştirmesi koşuluyla birlikte olabileceklerini anlatır. Tabi ki Jossi tamamıyla değişir. Ama o portreler oradan inmez! ‘Çünkü içten gelen,samimi duygularla bu toplum kurtulabilir.’


Üzerinde çok fazla çalışmaya gerek olmayan kostüm, çok renkli ve çok başarılı.Her oyuncu ortalama iki kere kostüm değiştiriyor. Makyaj günlük kullanılan türden,sade.Oyun bizim genelde ‘salon’ diye tabir ettiğimiz yerde geçiyor.Birkaç merdivenle yukarı çıkılıyor ve bizim sadece kapı olarak gördüğümüz evin diğer odalarına ulaşılıyor. Müzik ve ışık uygulamaları ise keyifli.Seyirciyi birden oyunun içine alıyor.Oyunun yönetmeni Ali Meriç’in dile getirdiği gibi gerçekten bu oyunun ‘mesajı var’, ‘toplumsal mesajı’ var.


İyi Seyirler…

ÜNİVERSİTE TİYATROSU KAVRAMI / MUĞLA ÜNİVERSİTESİ TİYATRO TOPLULUĞU / FRIEDRICH DURRENMATT


ÜNİVERSİTE TİYATROSU KAVRAMI


Kavram, bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki genel ve soyut tasarımıdır. Felsefi olarak ise, nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarımdır.Bu tanımla yola çıkıldığında, yapılan eylemi tek bir ad altında toplamak gerektiğini düşünerek üniversite tiyatrosu kavramının varlığından söz edebiliriz. Var olmayan bir şeye isim takılamayacağı için ki, ‘amatör tiyatro’ ya karşı çıkan ve ‘konservatuar okumadan tiyatro yapılamaz’ diyenlerin yanlış düşündüğü kanısındayım. Böyle bir kavram var. Sorun ne? Biz değil miyiz; az okuyoruz, araştırmıyoruz, merak etmiyoruz diyen..Peki, on tane üniversite öğrencisi bir araya gelip; herhangi bir yazarın,her hangi bir oyununu ellerine alıp; oyunu, yazarı, dönemi, tekniği araştırıp,deneyip sahneleme aşamasına geçemezler mi? Bu hakkı onların elinden kim alabilir?Uzman olmanın birikimi daha fazla tabi ki ama bu, küçümsemeyi ya da önemsenmemeyi gerektirmemektedir.


Amatör kelimesi sözlüklerde, bir işi para kazanmak amacıyla değil, oyalanmak, zevk almak için yapan kimse olarak açıklanmıştır. Profesyonel ise bir mesleği kazanç sağlamak için yapan, işin ustası, uzman olarak tanımlanır. Örneğin, 9 Eylül Üniversitesi İktisat Oyuncuları üniversite tiyatrosunu, amatör ruh ve profesyonel mantığın birleştiği amatör altı bir tiyatro olarak nitelendirmektedir. Ne demektir amatör altı? İlk bakışta üniversite tiyatroları amatör topluluklar olarak değerlendirilir ve ilk okumada amatör altı daha basit bir kullanım gibi düşünülür, hatta tiyatroyu ciddiye alan toplulukları da düşününce kişiyi çelişkiye düşürür. Amatör altı çünkü; amatör tiyatroların genel amacı var olan imkanlar dahilinde çıkarabilecekleri en iyi oyunu çıkarmaktır. Amatör tiyatronun başarısının ölçütü de budur. Oysa üniversite tiyatrosuyla uğraşanlar için de geçerli olan bu ölçüt her zaman ön planda olmamaktır. Topluluğun asıl amacı bir oyun çıkarmaktan ziyade, sürekliliği olan, kendini yenileyen bir topluluk olmaktır. En önemlisi konumundan dolayı kadrosunun sürekli yenilenmesi ve bu devamlılığını bilimsel, akademik, kuramsal, deneysel anlamda çalışmalar yaparak, hedeflerini yükselttiği bir çizgide uygulamasıdır. Bir üniversite tiyatrosu deneyimlerini, birikimlerini bir sonraki kuşaklara aktaramıyorsa, bulunan kadroyla paylaşımlarını en yüksek seviyede tutmuyorsa, o topluluğun ömrü çok kısa sürer. Sanılanın aksine, üniversite tiyatrosunu benimseyen arkadaşlar ellerine aldıkları bir oyunu hemen sahneleme düşüncesine sahip değildirler. Acemidirler, hatta yapmaya çalıştıklarını belirtirler ama tiyatroyu oyalanmak, hobi olarak ya da sadece zevk almak için yapmazlar, en azından böyle olması gerekmektedir. Üniversite tiyatrosu mantığını kavrayan birçok topluluk ile gerçekleştirilen şenliklerde oyun sonrası yapılan fuayeler, sadece oyun üzerine yapılan konuşmalarla kalmaz, yaşanılan sorunlar, toplulukların yapıları, işleyişleri üzerine birçok bilgi paylaşımını da kapsar. Fuaye esnasında genelde üzerinde en çok durulan konu ise kurumsallaşmadır. Ve birçok topluluk maalesef bu duruma gereken önemi vermemektedir. Kurumsallaşmak, topluluk içi demokrasiyi sağlamak ve topluluğu sürekli kılmak ve topluluğu organize hale getirmek için vardır. Topluluk profesyonel bir yaklaşımla birimlere ayrılır. Herkesin kendine ait bir sorumluluğu vardır. Alınan sorumlulukların içerisinde topluluğun iç işleyişi, diğer topluluklarla bağlantılar, üniversite idaresiyle yapılan görüşmeler (çünkü hiçbir şey ezbere değildir. Atılan her adım üniversitenin bünyesindedir.), her birime verilen araştırma yazıları (dünya tiyatro tarihi, epik, absürt vs.) bulunmaktadır ve her sezonun gün gün çalışma takvimi vardır. Böyle bir durumda topluluk içerisinde karşılıklı güvenin, özgüvenin sağlanması, devamlılığın oluşması, tiyatronun bir yaşam biçimi haline getirilmesi, üyeleri bir arada tutmak da tecrübeli arkadaşların inisiyatifinde değil sorumluluğundadır.


MUĞLA ÜNİVERSİTESİ TİYATRO TOPLULUĞU


1994 – 1995 Düdüklüde Kıymalı Bamya / Mehmet Baydur
1995 – 1996 Yunus
1996 – 1997 Uzaklar / Ülker Köksal
1997 – 1998 Bağdat Hatun / Güngör Dilmen
1998 – 1999 Maviydi Bisikletim / Dinçer Sümer
1999 – 2000 Savaş Oyunu / Sermet Çağan
1999 – 2000 Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı / Ferhan Şensoy
2000 – 2001 Kördüğüm / Güngör Dilmen
2001 – 2002 Analık Davası / Mehmet Akan
2002 – 2003 Sezuan’ın İyi İnsanı / Bertolt Brecht
2003 – 2004 Sahte Kimlikler / Kerem Kurdoğlu
2004 – 2005 Tanrı / Woody Allen
2004 – 2005 Fayton Soruşturması / Kerem Kurdoğlu
2005 – 2006 Açık Aile / Dario Fo
2005 – 2006 Nemrut / Gülşah Banda
2006 – 2007 Medea / Euripides
2007 – 2008 Fizikçiler / Friedrich Dürrenmatt


1994 yılında kurulan Dr. Melih Elçin’in iki yıl yönetmenliğini yaptığı ve devamında Hakkı Büyükgül’ün koordinatörlüğünü üstlendiği ve şu anda yönetmensiz üretimi hayata geçiren Muğla Üniversitesi Tiyatro Topluluğu birikimleriyle şimdiki noktaya ulaşmıştır.Üniversite tiyatrosunu farklı denemelerle tiyatronun kendini yenilemesine, değiştirmesine ivme kazandıracak en önemli unsur olarak görmekteler. Çünkü onlara göre öncelikli amaç, seyirci toplayacak çalışmalar yapmak değil; tiyatro tekniği ve sanatında öğrendiği ve uygulayabildiği ölçüde yeni açılımlar sağlamaktır; yapılan her çalışma süreci, yapısı ve nedenselliği ile tartışılmalı, paylaşılmalıdır.Topluluk, yaratılan dogmalar ve bireysel amaçlar uğruna değil, insan için çalışmak ve üretmek, yaşamın tanımını, yaşamı sorgulayarak yeniden yapmak, düşünmek ve aktarımı kolaylaştırmak amacıyla çalışmalarına devam etmektedir. Bütüncül bir tiyatro anlayışı içinde deneysel ve öncü çalışmalarla yoluna devam ederek, bireyin belki de hiçbir zaman uğraşma fırsatı bulamayacağı tiyatronun vazgeçilmez öğeleri olan dekor, kostüm, ışık, müzik, makyaj, dramaturgi,reji ile tanışması gerçekleşiyor ve farklı bireyler farklı birimlerde uzmanlaşıyor; topluluk üyelerine mevcut tüketim sistemine inat yaratıcı, düşünen, sorgulayan, araştıran bir kimlik kazandırmaya devam ediyor.


FİZİKÇİLER / FRIEDRICH DURRENMATT


Bu ilkeler ışığında Türkiye’nin birçok noktasında oyunlarını sahneleyen topluluğun hazırda var olan son oyunu Friedrich Dürrenmatt’ın Fizikçiler adlı yapıtıdır. Savaş sonrası Alman edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Dürrenmatt, 5 Ocak 1921’de Bern yakınlarındaki Konolfingen’de doğmuştur.Aralık 1990 tarihinde de Almanya’da ölmüştür. Daha çok tiyatro alanında yapıtlar veren Dürrenmatt, Aristophanes hayranı olduğunu her zaman dile getirmiştir. Yapıtlarında genelde aynı konuları işlemiştir. Dünyadaki düzensizliği, haksızlığı, kaosu, adaletsizliği ele alırken, hayalinde küçük bir vatan, şehir ya da toplum yaratır. Bu nedenle yapılarının çoğu kurmacadır ve dünyanın sorunlarını, bireylerin sorumluluklarını vurgulamaya çalışır. Ancak yapıtlarında okuyucuya – izleyiciye bir çözüm yolu önermez. Komedya türünde eserler vermiştir ve bunu seçmesinin temel amacı; sahne üzerinde olup biten olayları izleyicilerin özdeşleşme yaşamayacakları bir atmosferde verme kaygısıdır.Çünkü "komedya" türü kendi içinde bir uzak açı sağlar.Sahnede olan biten olayları izleyen seyirci,gülmek sureti ile oyun kişilerinin gülünç duruma düşmesini sağlayan olaylardan uzaklaşır. Bu biçim içinde "grotesk "oyunculuk biçimi ile sahne üzerinde seyircinin özdeşlik kuramayacağı bir form oluşturur.Topluluk başkanlığını üstlenen ve aynı zamanda reji grubunda olan Ali Bircan Teke, oyun hakkında şöyle bir açıklama yapmaktadır: ‘ ‘Fizikçiler’ e ilk olarak teknik çalışma aşamasında dramaturgi çalışmalarıyla başladık ve onu takip eden reji çalışmalarıyla koordineli bir şekilde ilerledik. Daha sonra bunları dekor, kostüm, makyaj, ışık ve müzik izledi. Dramaturgi çalışmaları sonucunda varılan yer oyunun grotesk olduğuydu ve buna uygun bir şekilde sahneye koyulacaktı. 19 kişilik oyuncu kadrosuyla sahne üzerindeki çalışmalara geçilmişken bir yandan da dekor, kostüm ve diğer birimlerde çalışan arkadaşlarımızla oyunun çıtası şekilleniyordu artık. Dekor ve kostüm olarak gerçekçi bir çalışmanın aksine birebirlikten de uzaklaşarak ve grotesk bir türe daha uygun simgesel ve deneysel çalışmaları izledik. Örneğin; odaları birer paravanla, panoyla ya da oraya gerçekten oda kurup kapı çakmakla vermektense, şeffaf bir branda ile orda olup biteni aynı zamanda fizikçilerin iç dünyalarını da yansıtmayı daha doğru bulduk. Kostümde Newton’ un gerçekten de yaşadığı dönemde olduğu gibi 19. y.y.’ın sonlarındaki bir kostüm yerine ve Einstein’ın kendi yaşadığı dönemden ziyade onların iç dünyalarını amaçlarını gösterebileceğimiz gerçek dışı kostümler ortaya koyduk. Bunların dışında yer yer yabancılaştırmalar kullandık. Bu bizlerin vermek istediği ve oyunun asıl yüklediği anlamı vermekte seçtiğimiz yollardan bir kaçıydı sadece.Topluluk olarak düşüncemiz günümüzde dahi bilimin başka güçler tarafından özgür kalamamasının ve kapitalist düzenden kurtulamamasının ne kadar acı olduğunu vurgulamaktı ve Fizikçiler bizim beyinlerimizle bunu anlatan en iyi oyunlardan biriydi. Bu yüzden izlenilebilir keyifli ve sorgulatan bir oyun sergilediğimizi düşünüyoruz.’


Oyuncu kadrosunu teknik kadronun oluşturduğu oyunun kadrosu ise şu şekilde;Reji: Ali Bircan Teke, Ömer ŞencanTeknik Reji: H.İbrahim GüveliDramaturgi: Nadir Kocakır Kostüm: Büşra Karakaya, Serap Güneş, Şeyda SancakDekor: Ali Bircan Teke, Hüsamettin Alkan, Kaan Bozdoğan, Ömer Çetinkaya, Onur Karasoy Müzik: Nadir KocakırIşık: Yunus Keser ve üye Ebru Ebu


İyi seyirler…